26 Aralık 2016

Benim geçmişimden kopmam lazım, belki de tek sorun budur

Bu yazı, internet alacak param olmadığı için kendi fakültem olmadığı halde okulumun Mühendislik Fakültesi'nin bilgisayar odasında yazılıyor. Bu benim kaderim sanırım, İstanbul'a ilk geldiğim zamanlar da evime internet bağlatacak param olmadığı için dünyanın en korkunç kumarhanelerinden birinde, sivrisinekler bacaklarımı parçalarken amcalarla iç içe bir vaziyette nargile dumanlarının altında yazıyordum. Hiçbir şey değişmemiş.
Doğum günümden sonra iki ay yazamadım. Elim gitti, yazmak istedim ama hep durdum, ya sayfayı kapattım ya da başka bir şey çıktı. Ve yazamadığım süre içinde şunu fark ettim: Benim mutsuz olmamın tek sebebi yazmamammış! Oturup neler olduğunu anlatsam hiçbir sorun kalmayacakmış! 
En son nerede kalmıştım... Hah! Okul başlamıştı, İstanbul'a geleli iki ay olmuştu, alışmaya başlamıştım. Dibi görünemeyen bir depresyondaydım, içime Yıldız Tilbe girmişti. Beni mutlu edecek bir sürü sebep varken ben gidip bardağın boş tarafını bile değil, bardağı kırmayı tercih etmiştim. Yalnız hissediyordum, hiç mutlu olamayacak gibiydim. 
Doğum günüm bittiğinde, saat on ikiyi geçtiğinde, yurt odamda, yorganın altında cenin pozisyonunda etrafı seyrediyordum. Halbuki 18'de pastayı üflerken "19'u İstanbul'da çok eğlenerek kutlayayım." demiştim. Yalnız kalışıma kadar her şey çok güzeldi. İki parti hazırlamıştı arkadaşlarım benim için ve bilin bakalım kim bunlardan birisine gitmedi? Resmen kendi doğum günümde, "Bana niye parti hazırlasınlar yahu?" diye düşünüp benim için hazırlanan bir partiye gitmedim, hatta okuluma da geç kaldım. Hep aynıyım hep! 
Gelelim asıl olaya. Dün, eskiden hayatımda olan birisiyle Beşiktaş'taydım. Günün dersini az sonra söyleyeceğim ama önce kendimde fark ettiğim bazı şeyleri anlatmam lazım. 
Sanırım, ben geçmişimden kopamıyorum. Eskiden hayatımda kim varsa, onları yeniden bulup hepsiyle son kez konuşmak istiyorum. Sormak istiyorum, ne bileyim, neler yapıyor öğrenmek istiyorum. Kızacaksın ama ben mesaj attım, ben buluşmak istedim, o da kabul etti ve buluştuk. 
Eskiden, "Sabah uyansın da mesaj attığı an göreyim." diyip alarm kurduğun insanı yeniden görünce öyle muhteşem bir his olmuyormuş. Hatta sanırım herhangi bir his olmuyormuş. Çok garip bir gün geçirdim. 
Marilyn'i sevdiğimi hâlâ biliyor, atarlı giderli halimi unutmamış, jelibon sevdiğimden bahsediyor ve onunlayken anlattığım en yakın arkadaşımı bile soruyor. Hoş, ben de onunla ilgili birçok şeyi unutmamışım ama sanırım bir şekilde silmişim. 
Öyle normal bir şekilde "Hayatında var mı birisi?" diye sordum ki, kendime şaşırdım. Bunu kabullenmek için üzerinden aylar geçmesi gerekiyormuş mesela. O da bana gayet normal bir şekilde "Var gibi, yok gibi." dedi zaten. Ne bileyim, o kadar içten bir şekilde diledim ki mutlu olmasını, inanamadım. Olgunlaştım mı, büyüdüm mü; bir şeyler olmuş yahu bana. Ayrılırken "Beni üzdüğün gibi üzme onu, olur mu?" bile dedim. Hangi filmde izledim acaba. Platonik oluşumu anlattım, dinledi, bir şeyler söyledi. Bu arada bana "Hâlâ fotoğrafların duruyor, bakıyorum arada." dedi ve ben kızdım. Bak eski Tolga olsa oradan alır yürür, onun hayatındaki kişiyi yok etmeye uğraşır ve her şeye yeniden başlamayı denerdi, denemek isterdi. Ama yapmadım, eski Tolga'yı tarihe gömdüm. Ayrıntılara girmeyeceğim, boş ver. 
Dün şunu anladım: Ben eskiye o kadar takıntılı bir manyakmışım ki, kafamda kurduğum "son kez"leri gerçekleştirmek için resmen çabalıyormuşum. Halbuki eskiden yanımda olup şu an olmayan insanların böyle bir derdi yok. Sakın beni yanlış anlama, amacım "Yeniden birleşelim, hadi bir daha olsun!" değil. "Son kez" işte... O nasıl, hayatı benden sonra nasıl gitti, benimleyken neden böyle davrandı, aynı şeylerden hâlâ hoşlanıyor mu, şu an kiminle... İlla bu kişinin sevgilim olması da gerekmiyor bu arada, eski bir arkadaşım için bile aynı şeyleri düşünüyorum.
Geçmişimden kopmam lazım. Beni istemeyen, benden ayrılan ya da benim ayrıldığım, benim yanımda mutlu olmayan ya da onun yanında mutlu olmadığım insanları unutmam lazım. Bakar mısın yahu, herkes kendi hayatını çizmiş, herkesin hayatı devam ediyor, kimse yatağa yattığında beni düşünmüyor. Ben ise hâlâ borazan sesimle peşlerinde koşturuyorum "Son kez, son kez" diyerek. Ne 'son kez'i geri zekalı Tolga! Bırak gitmiş işte, ne uğraşıyorsun? 
2016, benim için de berbat ötesi bir yıldı. Aldığım ilk karar bu oldu: Geçmişini rahat bırak. Yaşandı, her yaşanılan şeyden bir şey kazandın, bazılarında bir şeyler kaybettin ama ders çıkardın mı, çıkardın! İkinci kararım sporla ilgili. Sanırım spora yazılsam iyi olacak. İstanbul'a geldiğimden beri dana gibi oldum. Yüzüm porselen servis tabağına benziyor, hani kısır marul turşu koyduğun tabaklar var ya... Adana küçük memleket, bir yerden bir yere yürüyordum da İstanbul öyle değil, hep araçtayım. Karaciğerim pert olmuş gibi hissediyorum. En son yağlanıyordu gariban, şu an ne haldedir kim bilir. 
Bu arada önce otobüs kartımı kaybettim, sonra okula giriş kartımı... Sorumsuzluklarımla İstanbul'a alışmaya çalışıyorum. Adana'dan gelirken "Planlı ve dakik olacağım." diye kendime söz vermiştim ama kendime verdiğim sözleri ne zaman tuttum acaba... Ne dakikliği yahu, okula gelişim yetmiş beş dakika sürüyor ve ben yurttan dersimin başladığı saatte çıkıyorum. WhatsApp grubuna acaba kaç kere "Hocam Tolga geliyormuş, trafik varmış, kar yağmış çığ düşmüş, dolmuş onu almamış, asansörde kalmış, der misinizzzz?" diye yazdım, ben de hatırlamıyorum. 
Şunu da anlatmam lazım. Hayatında hiç kar yağışı görmemiş bir Adanalı olarak, kar yağarken filmlerdeki gibi olsun diye gaza gelip ellerimi iki yana açarak dönmeye başladım. Yüz kişiydik, dönmeyi durdurup kafamı kaldırdığımda bir baktım ki herkes gitmiş, kaybolmuşum! Kar yağarken çok güzel de, ya bu ne soğuk be! Adana'da, gariban kar, aşağılara inemeden eriyor; burada yerdeki kar üç gün boyunca yerde kalıyor. Üç kere kaydım, bir kere yere yapıştım, iki kere şemsiyem kırıldı, demirleri birbirine girdi. Alışacağım ama, inat ettim! 
Bu arada öğrendim ki İstanbul'da menü vermeyen kafelerde öğrenci oturamazmış... İskender için üç kişi toplam 166 lira hesap ödeyince bunu anladım maalesef. Yedikten sonra üç gün çıkarmamayı düşündüm açıkçası. Oysaki garson kapıyı açıp sandalyemi geriye doğru nazikçe çekerken bu kadar gireceğini hiç düşünmemiştim... Ders oldu valla. 
İki kere çok fena parasız kaldım. İlaçlarımı üç gün kalmış kola ile içtim, su alacak param yoktu düşün. Öğrenciliği dibine kadar yaşadım yani. 
"2017'den tek dileğim..." demeyi çok isterdim ama bir sürü dileğim var. Öncelikle, aşk! Allahım, sence de fazla platonik kalmadım mı? Biri bitiyor biri başlıyor, birini beğeniyorum beni beğenmiyor, o beni beğeniyor ben beğenmiyorum, beni istemiyor, ben onu istemiyorum... Şunun bir ayarını artık tuttursak mı, yetmedi mi! Öldüm yahu öldüm! Albüm çıkaracağım, kitap yazacağım "Genç Tolga'nın Acıları" diye! 
İkincisi, hayallerime bu kadar yaklaşmışken gelmesini istediğim yazı yazma isteği! Hadi be 2017, sen yaparsın bi kıyak! 
Üçüncüsü, klasik şeyler yahu. Sağlık, mutluluk, başarı, azıcık yakışıklılık, haaa para, biraz daha sabır, daha az takıntı ve şey işte, dünya barışı filan. 

NOT: Dinlediğim müziklere göre şekil aldığımı fark ettim. O yüzden telefonumdan beni üzen bütün şarkıları sildim. Bu aralar sürekli şunu dinliyorum, sen de dinle. Beni gülümsetiyor, hayal kurmamı sağlıyor nedense. 
BİR DİĞER NOT: Bir şey diledim, benim için "Lütfen olsun!" der misin? Umarım senin dilediklerin de olur. 
2017 hepimize, 2016'da neyde kaybettiysek onu getirsin. Yoksa arkasından bağıracağım valla, "Gelsene lan çıkışa, çıkışta görüşek!" diye!

9 Ekim 2016

Doğum Günü, Yüzleşme, On Dokuz

Birkaç saat sonra doğum günüm olacak. Herkesten uzak ilk doğum günüm bu, hafif bir duygusallık yok değil. Bir de üstüne hastalığımın getirdiği dudak uçuğu, burun silmekten oluşan burun yaraları ve çok hafif bir üşüme de eklenince zirveye ulaşacağım sanırım. 18, benim için çok büyük bir sınavdı. İyi bir notla geçtim mi bilmiyorum ama 19'dan beklentim; 18 gibi olmaması. Bu yazıyla hem bazı şeylerden kurtulmak istiyorum, kafamda -gerçekten- bitirmek; hem de yüzleşmek istiyorum.
Öyle çok efsane bir çocukluğum olmadı. Zaten 4 yaşıma kadar konuşamadım. Kafam da normal bir bebek kafasından daha büyük olunca herkes beni hasta zannetti bir 4 yıl kadar. Ne türbelere, ne hocalara gittik, neler neler yedim içtim ama yok! İnsanları şeytan gibi anlıyorum ama o harfleri birleştirip kelime olarak çıkaramıyorum ağzımdan. Bunu da sen "Einstein da bilmem kaçında konuşmuşşşş, bak bu çocuk nasıl zeki bak bak!" de diye anlatmıyorum, zeki olsam az sonra anlatacağım şeyleri yapar mıydım be? Dilim çözülsün diye türbenin birinde güneş batarken ağzımın içinde anahtar çevirmişlerdi, nenemin üstüne kusmuştum. Teee hangi şehirdeki hocaya gidiyorduk, yolda ortalığı ayağa kaldırdım diye geri dönmüştük. En son, artık zamanı mı geldi, ilahi güçler mi başardı bilmiyorum ama hocanın birisi neneme "Bülbül suyu içirin." dedi ve nenem bana herkesin ona bağıracağını bildiği için gizli gizli bülbül suyu içirince ben konuştum. İlk sözcüğüm de "Hayriye" oldu hatta, halamın adı. Sonra da susamadım, ciddiyim susamadım.
arkadaki annem, saç rengi değişimimi sormayın
İlkokulda her gün annemi arardı sınıf öğretmenimiz, "Çok konuşuyor, kendi anlattığımı duyamıyorum ama nasıl bu kadar puanı alıyor, bilmiyorum." diyerek. Valla kendimi öveyim diye söylemiyorum, neticede öğretmenime "Saat kaç?" diye sorup cevabını alınca "Niye saat dokuz kırk beş ki, çok salak bir sayı." diyerek kendimi daha ikinci sınıfta sınıftan attırmış bir adamım ben be!
Ergenliğine girince, altıncı sınıfta teşekkür belgesini 0.25 puanla alabilmeyi başarmış, iki sivilce ve bir tutam kıl çıkarınca kendini bir şey sanıp okula vermesi gereken spor parasını okul çıkışında dönere ve internet kafeye verip hem beden öğretmeninden dayak yemiş, hem de beden eğitimi dersini 3 düşürmüş bir insanım, daha ne olsun! Aynı yıl, annesini "Örtmenimiz dershane çok kötü bi şeyyy, gitmesek de olurrrr." diye kandırıp dershaneye gitmeye üşenmiş ve hayatında hiç deneme sınavına girmeden direkt liseye geçiş sınavlarından ilkine girmiş; aklına ders kitaplarındaki fotoğrafları getirerek ve biraz da sallayarak iyi bi puan alacağını sanıp; matematiği 3 yanlış beklerken 9 yanlışa çıkarıp optiğini kaydırmış bir geri zekalıyım. Sınav sonucumu öğrendiğim anda da sevgilimle ayrılmıştım, her yere, tüm duvarlara kömürle  "Tolga sen aşktan ne anlarsın?", "Allah belanı verecek senin.", "Dümbüğün oğluuu!" yazmıştı. Bak Yaren, Allah belamı verdi o sene canım, hadi sevinelim.
Sonra içime biri mi girdi, ben ruh mu değiştirdim anlamadım ama ben bir çalışmaya başladım, Allah Allaaaah! Varımı yoğumu kitaplara vermeye başladım, dönemin ortasında da olsa dershaneye gitmek istedim, aynadaki Tolga'ya inanamıyordum! O sene, sen git o liseye geçiş sınavında full çek, Türkiye derecesi yap! Bütün yaz telefonlar susmasın, her okul her dershane seni arasın, davet etsin. Sen de git en boktan okulu sırf kuzenin var diye seç...
O okulda yaşadıklarımı bir kere yazmıştım, tekrar yazmaya gücüm yok. Hayatımın en kötü bir senesiydi. Her gece yatakta "Yarın ölü olsam da okula gitmesem." diye dua ederdim. Yazmayı bırakmıştım, gülemiyordum, aynı yıl içinde babamın iş yeri kapatıldı, annem iş bulamadı, bana en çok benzeyen adam -dedem- vefat etti derken, benim psikolojim iyiden iyiye gitti. Aynadaki Tolga'dan nefret etmeye başladım. Sevilmeyecektim bundan sonra, ben kimdim ki, o çocukların dediği gibi ezik, inek biriydim işte. Arkadaşım olamazdı, insanlar yanında ezik birini götürmek istemezdi. Aaa, olur mu, hatta ben insan bile değildim onların gözünde. Ve o yıl da bitti.
Lise başladı, hayatımın dönüm noktalarından birisi o gündür işte. Herkesi, her şeyi arkada bıraktım; daha 14 yaşındayken "Geçmişi siliyorum." diyebildim. Ve bir baktım ki, ben sevildim. Kendimi insanlara tanıtabilme fırsatı buldum, tekrar yazıyordum, bir sürü şey başardım. Şu an okuduğun blogu açtım, gazetede yazdım, tiyatro düzenledim, internet sitelerine yazdım, bir kitaba yazdım, senaryo bile yazdım! Kocaman bir arkadaş grubum oldu, arkadaşlarla dışarı çıkmak ne demekmiş öğrendim, kıyafetime özen göstermeye başladım, hatta sevgili bile buldum! Tam 3 koca yıl sürdü, 1 yıl da peşinden koştum. Kısacası, hayatımın en güzel dönemini geçirdim.
Sonra 18 başladı. Ben "Hadi eller havaya." mekanlarına girebileceğim ve evden kaçsam polise hesap vermeyeceğim diye sevinirken darbeler başladı. Önce, o kocaman dediğim arkadaş grubum yok oldu. Yanımda gerçekten "her şeyim" dediğim iki insan kaldı. Sevgilimle bitti. Herkesin benden derece beklediği, en iyi üniversitenin en iyi bölümüne gider dediği sınavda, sınavın ortasında elim ayağım titreyip ağladığım için bir bok yapamadım ve bir sene daha çalışmaya karar verdim. Tüm yaşıtlarım üniversitelerinde yer güncellerken ben fellik fellik dershane aradım. Sonra ben aşık oldum, işte o noktadan sonrası yok!
Ben o hiç görmediğim, hiç duymadığım, hiç kokladığım kişiye öyle bir aşık oldum ki, Allah Allaaaah! Önceleri geçer sandım, unuturum ve gider, dedim. Ama dershanede sırf saati görebilmek için ve koşarak dershaneden çıkıp onunla konuşayım diye en öne oturduğumu fark edince "Yandın sen." dedim. Fotoğrafını görünce onun yüzüne yaklaştırıp o nasıl gülümsemişse ben de öyle gülümseyince "Bittin sen." dedim. Gecenin dördüne kadar uyanık diye, erkenden uyuyup saat 3'e alarm kurup sırf o görsün de mesaj atsın diye online olmak için uyanınca "Aferin sana." dedim. Mesajlaşmamız dört cümlede bitti diye, gece ateşlenip sabah ağzım yara dolu bir halde uyanıp o hafta 4 kilo verince "Rezilsin sen, bitiksin." dedim. Bir yerde patlama olduğu an ona yazıyordum, ya canımdan daha çok seviyordum o duymadığım kişiyi. Kafamda her gün ses kombinliyordum, onu rüyamda görmek için sürekli uyuyordum, onu ilk göreceğim ânın provasını yapıyordum ve bu provalar aylar sürdü. Onun sayesinde Yıldız Tilbe'yi iyice tanıdım, Nazan Öncel ve Göksel aşığı oldum. Eskiden "Bu şarkılar bayıyor." dediğim her şarkının kalbimi delip geçtiğini fark ettim. Parçalandım, parça pinçik oldum, toparlanamadım.
Ben İstanbul'a geldim, umutlarla mı geldim emin değilim ama mutlu geldim. Geldiğim gün, bana ilişkilerini anlattı, mutluydu, onun için yazdığım şeyleri hafif alay ederek "Kime ya onlar?" diyerek sordu. Peki ben ne yaptım, yüzümdeki ifadeyle çelişecek bir şekilde "Çok mutlu olun ikiniz de." yazıp gülücük koydum. Sevdiğim insana, kendi sevdiğiyle mutluluklar diledim.
Ve, O'nu gördüm. Gerçekten gördüm, geldi. Kapıdan girdiği an, içimde yaşanan şeyleri anlatmam mümkün değil. Aylarımın özeti karşımdaydı, benimle ilgili hiçbir şeyin farkında olmadan etrafa bakıyordu, saçları beklediğimden daha sarıydı ve parfümü çok güzel kokuyordu. Bir yere oturduk, benim kalbim göğüs kafesimden çıkmıştı artık, masadaydı. Onun sigara kutusunun yanında ışık hızıyla atıyordu, ben de elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmeden oturuyordum.
Aylarca, her gece söyleyeceğim şeyleri tekrarlamıştım. "Şimdi ben konuşacağım, sen bölmeden dinleyeceksin, sonra sen konuş, olur mu?" dedim. "Ben bir daha hayatta bunları söyleyemem, n'olur bölme." diye de ekledim. Kaç dakika bilmiyorum, konuştum. Her şeyi anlattım. "Seni sevdiğim için asla pişman değilim, sen bana sevgiyi öğreten birisin." dedim, "O kadar sevdim ki, o hafta böyle böyle oldu." dedim, "Fotoğrafını görünce gülüyordum." dedim. Yemek vardı önünde, eliyle itti, bir sigara yaktı. "Ben yiyemeyeceğim sanırım." dedi.
Olumlu bir cevap beklemiyordum, hatta soru bile sormamıştım ki. Sadece aylarımı anlattım ona, içimde kalmasın diye düşünerek. Baktı uzun uzun, "Ben ne diyeceğimi bilemiyorum." dedi. Annem aradı sonra, kalkmam gerekti, beni kapıya kadar götürdü. Hayatımın en güzel 20 dakikası olabilirdi. Bitmesin diye dua etmek, otobüste mutluluktan ağlarken aklıma geldi. Onu görmüştüm be, karşımdaydı, benimle sigara içti işte, hem okulumu kazandım hem onu!
Hayat, her zaman mutlu sonu göstermiyor. Bazı fimler, bazı diziler, mutsuz bitmek zorunda; bazı insanların hikayeleri de öyle. Tam iki hafta, her gün mesaj bekledim ondan. Ve en sonunda bana hayatımda gördüğüm en bencil mesajı attı. Uzun uzun yazmak istemiyorum ama geneli "Ben bu olayları hatırlamak istemiyorum. Ben seninle iletişim kurmak istemiyorum. Ben özür dilerim ama ben isteyerek yapmadım. Ben sana karşı bir şey hissetmiyorum. Ben ilişki istemiyorum. Ben ben ben!" şeklindeydi. O olaylar dediği şeyleri 9 dakika duymuştu, bense yüzlerce gün yaşamıştım.
Aşk acısı, bildiğim en despot duygu. Acı çekiyorsun, o da çeksin istiyorsun. Sonra seni sevmediğini ve senin için asla acı çekmeyeceğini biliyorsun ve içinden "Mutlu kalsın, başkasına üzülmesin." diye bitiriyorsun. Aşk acısına aşık oluyorsun, o göğsünü yaran hisle uyanıyorsun. Bitmeyecekmiş gibi geliyor, nefes alırken batıyor, verirken daha çok batıyor. Bir yanın hep buruk kalıyor, eksik gülüyorsun, tamamlayamıyorsun. Hoş, tamamlayacak kişileri de sen elinle itiyorsun, "Ben başkasını sevemem." diyerek.
Keşke burda bitse. İstanbul'a bu hislerle, tek başıma, iki oda bir salon bir çatı katı eve, bir de üstüne dolandırılarak geldim. Ev yaşanacak gibi değildi, arkadan Yıldız Tilbe açıp ağlaya ağlaya yerleri temizledim. Herkes festivaldeyken ben iki buçuk saatte doğal gaz bürosunu buldum. Tek kanal çeken televizyonumu seyretmeye çalıştım. Yemek yapamayan, bıçak tutamayan ben; üzülerek yemek yapmaya başladım. İstanbul'a bir ay erken geldim ve kendimle baş başa kaldım.
Eğer buraları okuyorsan, ki sanmıyorum, umarım bir gün sen de bu kadar seversin. Ama umarım senin sevgin, benimki gibi suistimal edilmez. Seni korkuttum sanırım ama bil ki ben o kafanda kurduğun seni görünce ortalığı ayağa kaldıracak, asacak kesecek Tolga değil, daha ekmek kesemeyen, burnu boktan çıkamayan bir Tolga'yım. Umarım bir gün bana asıl koyan şeyin senin beni sevmeyişin değil, sadece "Ben" diyerek yazdığın o cümleler olduğunu anlarsın. İletişime geçmeyelim derken ki o korkunu, bana acıyışını, benden uzak duruşunu, her şeyi hissettim. Sana "Sen istemiyorsan konuşmayız." dedikten sonra; bana "anlayışım için teşekkür" ederken ki halini bile düşündüm. Şimdiki gibi çok mutlu olursun umarım.
Bu bahis, sonsuza kadar kapandı. Mutsuz sonsuz oldu ama n'apalım. Üzülmekten, dağılmaktan çok yoruldum. Her şeyin üst üste gelmesinde de. Bundan sonra, daha iyi, daha mutlu, eskisi gibi, lisedeki gibi bir Tolga olmak için çabalayacağım. Aşk acısını, yalnızlığı, kimsesizliği, kaybolmayıp kayboluşu dibine kadar yaşadım, öğrendim. Sınavı geçtim yani, hafif arıza oldum ama geçtim! 19'dan da beklentim, 18 gibi olmaması. Bu kadar!



1 Ekim 2016

Bundan sonrası umarım güzel olur, çünkü ben cidden yoruldum

Yine olan oldu, yine Tolga her yere koşturdu ve yine Tolga'nın sinirleri bozuldu. Şu evi tuttuğumdan beri sanki kendi evimdeymiş gibi hissedemiyordum. Ama bir haftadır öyle bir his geldi gibiydi, uyurken daha rahattım, ne bileyim eve arkadaşlarım gelmeye başlamıştı, ben hayatımda ilk kez birilerine yemek yaptım, kahvaltı hazırladım. Kumarhaneye bile alışmıştım, nargile içen amcaları bile sevmiştim, bazısı gelmeyince içimden "Nerde lan bu?" diyordum. Mahallemin efsaneliğine; arka sokakta çingenelerin, yan sokakta Suriyelilerin yaşamasına; otobüs durağında dört farklı dilin konuşulmasına da alışmıştım.
O 3800. yedek, nasıl oldu da sıfıra indi ve yurt çıktı, ben de anlamadım. Bu cümleden sonra anlatacaklarımın ve yaptıklarımın dünyanın en saçma şeyleri olduğunun farkındayım ama rica ediyorum bana kızma, çünkü 5 yıldır yazıyorum ve maalesef 5 yıldır değişmedim.
Yurda gelip kayıt yaptırmak için adamlar sadece 3 gün vermişler. Bu da ayrı mallık, belki işimiz var, belki önemli bir şeyler oldu, belki çıkışta gezmek istiyo.. öhömmm, pardon. Ama aynen öyle yaptım, her çıkışta gezdim durdum. Hatta kendi bulunduğum yaka yetmedi, karşıda daha çok gezdim. Beşiktaş'ın altını üstüne getirdim, Nişantaşı'na gittim, kendi fakültem yetmedi, başkalarının fakültesinde dolandım.
Yurt haberi geldikten sonra da aynı şekilde devam ettim hatta. Her gün arıyor annem ama, gariban kadın, "Bak" diyor, "Ben seni tanıyorum, sıçtırtma ağzına, hadi çocuğum git hallet." Ben de sürekli "Heheheh, vallahi gidiyorum az sonra." diye diye yine son güne kaldım. Ha bu arada, vapurda üst katta oturmaktan ben bir hasta oldum, böyle bir şey olamaz. Okula gidemedim daha ilk haftadan, boğazım nasıl şişti anlatamam. Yutkunmayı bırak, konuşamıyorum, lan ağzımı açamıyorum. Ateşim fırladı, öksürüyorum, bir de gribin dibini oldum sanırım, burnum musluk gibi oldu her yanımda peçeteler. Nasıl kötü hissediyorum anlatamam sana, geçecek umarım, geçsin artık ölüyorum.
Neyse, hayatımda hiç bilmediğim bir yere gittim ben. Şu belgeleri çıkarmak, fotoğraf çekilmek ve para yatırmak için. Taktım kafaya, indiğim yerde hepsini halledip öyle gideceğim, o banka orada yoksa zorla gelecek! Ve gerçekten başardım, titreye titreye banka buldum. Tabii ki parayı yatırmayı beceremedim, bankayı aradım ve azıcık sövdüm adama. Delirtmeseydi abi, deli ettiler beni. Fotoğraf çekildim ve yine sövecektim tuttum kendimi. 12 tane kıçım kadar vesikalığa 25 lira ödedim, bir de fotoğrafta ölü balığa ve seri cinayetler işlemiş bordo tişörtlü bir katile benziyorum. Belgeleri çıkarmak için kırtasiyedeki kadınla kavga ettim ama çıkarmadı manyak kadın, tutturdu "Ben yapmam." diye. Gittim bir kafe buldum, halletim ve yurda geldim.
Şansıma odam üç kişilik. Bina yepyeni, otel gibi. Kendi evime bakıyorum, çöplükte yaşamışım bir ay resmen. O tuvaleti gördüm ya, yatak atıp orada yaşamak istedim... Bir de iki öğün yemek var, ben evde makarna yemekten boruya dönüşecektim az kalsın.
Sıra geldi evden çıkmaya. Ev sahibim ve emlakçımla telefonda kavga ettim yine, maalesef artık beni tanıyorlar tamamen. En son "CANIM ANLAMIYOR MUSUN SEN, BUGÜN ÇIKMIYORUM KİMSİNİZ LAN SİZ ÜSTÜME GELİYORSUNUZ" dedim. Suratıma kapattı pezevenk. Bu arada nasıl hastayım hâlâ, donuyorum kalorifere sarılmış bir halde. Adamlar bugün öğlen geleceklerdi, cumartesi günüm gidiyordu yani, ve ben cuma günü de gezdim, hiçbir şey yapmadım. Bu sabah, arkadaşım geldi, eşyalarımı yerleştirmek için. Deterjanlar, masa, kıyafetlerim, yorganlar... Sabahtan başladık. Bu arada, evde valiz yok! Gariban gibi doldurdum kutulara her şeyi, en son koli bandıyla kendimi boğuyordum.
Okul da başladı. Günlük üç saat sadece, okula uğruyorum resmen. Halimden memnunum, lise gibi zaten, bu ortamı özlemişim sanırım. Evet, keşke her dersime 35 dakika geç kalmasam. Evet, geç kalınca hocalara "Ya ben soluklandıktan sonra benimle konuşsanız olur mu?" demesem. Evet, her gün 10 dakika geç çıkarsam yol süresinin 45 dakika uzayacağını bilip geç çıkmasam. Evet, her çıkışta gezip para harcarsam boku yiyeceğimi bildiğim halde para harcamasam.
Önümüzdeki pazartesi değil de, diğer pazartesi doğuyormuşum. Yine arkadaşlarım hatırlattı. Doğum günü kutlamayı hiç sevmiyorum bu arada. Her sene kendime hediyem akşam 7'de uyumak oluyor ancak hep bu planım bozuluyor. Keko muyum neyim, beni düşünüyorlar, dediğim lafa bak! Doğum günü yazısı yazacağım bu arada, baya duygusal bir şey geliyor, hazırlıklı ol.
Bu yazı peçetelerle burnum kapanmış bir halde yazıldı. Bundan daha kötü bir halde olamam sanırım, umarım bundan sonrası iyi olur. Umarım.

19 Eylül 2016

Garip şeyler oluyor.

Yine aynı kumarhaneye geldim, interneti için. Bu sefer şifre "allahallah" değil, "nicebayramlara". Ve yabancı müzik çalıyor amcalar okey oynarken, gelişme var sanırım.
Bir mutsuzum bir mutsuzum var ya, Genç Werther yanımda Polyannayı yutmuş gibi kalır. Bir de çok saçma şeyler oldu, daha doğrusu canımı sıkacak bazı şeyler. Onları fırsata dönüştürmeye çalışıyorum açıkçası. Bendeki bu şansla fırsata hayatta çevrilmez ama umut fakirin ekmeği tabi. Ne demişler, "umudu koklaya koklaya öp." Öpüyorum canım!
Hazırlık sınavını "Kesin geçmişimdir yahu!" diye düşünüyordum. Ne yalan söyleyeyim, yukarıdaki bana şuur vermeyi unutmuş bence. Öyle şuursuz, öyle kendini bilmez bir insanmışım ki, sınav sonuçlarına bakıp ağlarken anladım. Şu an için, büyük ihtimalle hazırlığım ocak ayında bitecek. Sonrasında özgürüm. "Üstten edebiyatı alayım." filan diye düşünüyordum da, bizim bölümde öyle bir şey yokmuş. Tabi ben annemlere bunu daha yeni söyleyebildim. Tercihlerimi sildiğimi de sistem kapandıktan sonra söylemiştim, yazık annemlere ya... Neyse, ev kirası zaten hey maşallah, kendi harcamalarımı ayrı tutuyorum, daha onları koymadım. O yüzden annemin "Ocaktan sonra ne olacak?" sorusuna "Şubat gelecek." gibi bir cevap vermek yerine yurt sonuçlarını kontrol etmeyi tercih ettim.
3800. yedektim. "Mezara kadar gelmez lan bu, ben dede olunca çıkar ancak." diyordum ki, 690. yedeğe düşmüşüm. Yanlış mı okudular acaba, nasıl olur, derken; arkadaşlarımın çoğuna çıkan yurdun şartlarını öğrendim. Benim kiramın üçte birinden daha az, üstelik 3 öğün yemek var, odalarda da tuvalet. Düşününce benimle beraber 4 kişi olması korkutucu tabi ama ocak ayında hazırlık biterse, çalışmayı düşünüyorum. Aslında sabahçı olursam da çalışmayı düşünüyorum da, daha iş beğenemedim. Bendeki lafa bak bak bak, nitelikli elemanım sanki, ortalarda öyle bir geziyorum. Evden çıkabilirim o yüzden, daha kesin değil tabi.
Bu arada, yalnızlık bana pek iyi gelmedi. Günlük tutmaya başladım, yazarken ağlıyorum. Susmuyorum resmen, her gün 4 sayfa ne yaşamış olabilirim acaba çamaşır sularıyla anlamıyorum! Televizyondan nefret ediyordum ama Kavak Yelleri bağımlısı oldum. Garibim Efe, herkesin gönlünü yapacak diye üzüntüden hasta oldu çocuk. Zaten zombi kendisi, izlerken hep "Hehehe sen canlanacaksın zaten, huhuuvv üzülsen de ölüp dirileceksin olum!" diyorum. Keşke Efe gibi bir arkadaşım olsa. Ne biliyim, emlakçı tanır, hastaneye gidersin seni öne geçirecek doktoru tanır, bankadasındır işini iki dakikada halledecek adamı tanır, gece yurda giremezsin arar ona gidersin. Çocuğu böyle düşünüyorum sürekli, yukarıdakinden böyle bir kanka dileyip duruyorum.
Geçen gün, "çamaşır yıkayayım." dedim. Bu arada, çamaşır suyum okyanus şeyli, mavi bir şey. Mis gibi kokuyor. Millet balici olur uhucu olur, çamaşır suyu şişesinin kapağını açıp burnuma dayıyorum, fırttt fırttt çekip duruyorum içime. Parkeleri silmek için de lavanta kokulu aldım o temizleme suyunu. O da güzel kokuyor, tabi bi çamaşır suyunun verdiği zevki vermiyor ama... Yalnız böyle yazınca da, tövbeee! Çamaşırları attım, o çamaşır suyunu bir kapak ekledim. Yerleri sildim bir de bir güzel, ev lavanta kokuyor mis gibi. Çamaşır bitti, ben makineyi açtım, lan, makine de lavanta kokuyor. Halla hallaaa, okyanus kokması lazım, böyle kafayı bulmam lazım! Yerlerle aynı kokuyor.
Ve o acı gerçeği fark ettim... Bir kapak çamaşır suyu diye bir kapak parke temizleme suyu koymuşum. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim, önce şaşırdım, sonra halime gülmeye başladım. Tekrar yıkamak aklıma diğer gün geldi bu arada.
Makarna yapayım, diyorum, kahvaltıda bile yiyorum hazırlamaya üşendiğim için. Bir de gece yemelerim başladı. Yaptığım o iğrenç yemekler, gecenin 2'sinde gözüme bir güzel bir lezzetli görünüyor, Allahhımmmm! "Gel banaaa, ye beniiii" diyorlar sanki. Bir de onları yiyorum. Aldığım kilo da hep kıçıma bu arada, değirmen taşı gibi olurum yakında bence.
İnsan kendisiyle yalnız kalınca yaptıklarını düşünüyor sürekli, verdiği tepkileri; o "keşke demeseydim"lerle "iyi ki demişim"ler arasında gidip geliyor, kendine kızıyor. Canım acıyor lan, bildiğin acıyor. Blogu dünya alem hatta ahiretteki dedem bile öğrendi, rahat da yazamıyorum artık. Aslında bu durumdan memnunum diyebilirim. İlk günlerimi hatırlıyorum, 4 koca yıl önceyi. "Bugün 3 kişi okudu!" diye seviniyordum. Hatta 1 tanesi Yunanistan'dan filan oluyordu, artık ne blogu sanıyorlarsa... Sonra bir baktım, 3 gün yazı girmezsem "İyi misin?" diye mailler gelmeye başladı. Günlük okunmalar üç basamağa geldi. Yorumlar, bana ulaşmaya çalışanlar, yanımda olanlar, beni benden iyi tanıyanlar. Daha ne isterim, ne kadar güzel bir şey, kıymetini bilmeye çalışıyorum hep. Ama anlatmak istediğim birisi var, yok, anlatamıyorum! Ucundan anlatayım, diyorum, hikayenin şurasından kıs, burasından kes derken kuş kadar kalıyor. Bir gün cesaretimi bulursam yazacağım, bütün üzüntüm o hikaye yüzünden zaten. Aranızda fal bakmayı bilen varsa, kenardaki mailden bana ulaşsın n'olur, fincan fotoğrafı yollayacağım. Off, kafayı yedim!
Dün, arkadaşım doğum günümü hatırlattı. Artık bendeki nasıl bir üzüntüden zaman kavramını unutmaksa, ilk beş saniye aklıma doğum günüm gelmedi. "Ne zaman doğdum lan ben, iki basamaklı bir şeydi, ekimdi sanki." diye düşündüm. Tam 3 hafta kalmış, pazartesi günü yani. Geçen sene, uyumadan önce "Seneye İstanbul'da kutlayayım," diye dilemiştim. Şu an buradayım ama ondan önceki sene de aynı şeyi dilemiştim, zaman aşımına mı uğradı o ne oldu acaba. Doğum günümü kutlamayı sevmiyorum ama herkese parti hazırlamayı çok seviyorum. Bence bunun bir adı var Latince, hastalık fobi gibi bir şey.
Çok konuştum yine, kendine çok dikkat et. Ben yapamıyorum bari sen yap, kimse için kendini üzme. Elindekine değer ver, kafandakinin peşinden git. Bir de, WhatsApp grubunuzdaki tavsiyeleri dinle, ben dinlemedim, hâlâ üzülüyorum. Haa, umut fakirin ekmeği, onu koklaya koklaya öp.

Not: Her yerimi sivrisinekler yedi burada haşırt haşırt kaşınıp duruyorum!


8 Eylül 2016

Bir kafedeki internetle yazıldı

Şu an, İstanbul'un en psikopat mahallerinden birinde bulunan ve internet şifresi "allahallah" olan bir kafede, evime internet bağlatamadığım için oturuyorum. Arkada Candy Shop çalıyor ve sadece çay söyleyip bilgisayarı çantadan çıkardığım için garson tip tip baktı. Biraz böyle idare edeceğim sanırım.
Evime yerleştim. Çatı katında, boyuma bazı yerleri pek uygun olmasa da yapacak bir şey yok. Alıştım sayılır. Sadece ilk gece sabah 4'te, sanki birisi üstüme geliyormuş gibi uyandım ama kalan geceler fosur fosur uyudum. Evde televizyon var ve tek kanal çekiyor, izleyen birisi değilim ama "Lan" diyorum, "Televizyon açısından bile şansın yok ha." Buzdolabının da bazı yerleri buz tutuyor, her gün kaşığın arkasıyla onu kazıyorum. Hayatında toz bezi eline almamış olan ben, duvarlarımı bile sildim. Her gün evi bir kere siliyorum, bulaşık bırakmıyorum. Hatta bugün soğanlı domatesli yumurta  bile yaptım. Fotoğrafını çekmek hepsini yedikten sonra aklıma geldi ama olsun. Bez dolap vardı evde, dünyanın en garip eşyası bendeki bez dolap kesinlikle. Azıcık öne çekince, hooop diye öne doğru eğiliyor, öyle kalıyor bildiğin! 
İlk birkaç gün, ciddi ciddi üşüdüm. Çünkü geri zekalı ben, Adana gibi düşündüm İstanbul'u. Yanımda sadece çarşaf getirdim, birkaç tane de yastık yorgan yüzü. Gece başladım üşümeye, bir de yalnız olunca sinirlerim bozuldu hafiften. Gri, kapüşonlu bir ceketim vardı, iki tişörtümün üstüne onu giyiyorum. Ayaklarımda zaten çoraplar var, sabah yüzüm gözüm şiş uyanıyorum o yüzden. Çarşafımın üstünde yorgan yüzü ve 3 tane havlu var, öyle ısınıyorum. 
Doğal gazı daha yeni yaptırabildim, bir de onlarla uğraştım. Elektik için ayrı yere gittim, doğal gaz için ayrı. Onlara ayrı para bayıldım. Verdiğim paraları geri alacağımı bildiğim için çok batmadı ama böyle şey mi olur yahu, girdi de girdi vallahi. 
Hazırlık sınavım vardı, geçtim mi geçemedim mi emin değilim. Yazı sınavında, 250 kelime istiyorlardı, 150'de bıraktım "size bu bile fazla" diyerek. Cümlelerimi okuyunca okul kapısına "Tolgalar Giremez" yazacaklar diye korkuyorum. Eğer geçtiysem, çok iyi olacak, evim kendi fakülteme 6 dakika sürüyor. Geçemediysem, her gün en az 40 dakika yol. Sensin 40 dakika yahu!  
Bu arada, ilk iki gün sıcak su da yoktu, banyo yaparken titriyordum. Kendimi de "Sağlık için sağlık, sus bakalım" diye avutup durdum. Şu an var neyse ki.
Boş olduğum her vakitte bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bu arada Radyo Tv Programcısı adayıyım resmi olarak, kitaplarımı da verdiler. Kol gibi görünüyor, dişin yanında belamı arıyordum sanırım. İş arayacağım demiştim, bir şey arayamadım daha. Hep Avrupa Yakası'nda, her şey orada. Ben de Anadolu'nun diğer ucu. Birkaç yere başvuru yaptım ama sanmıyorum. 
Bu arada, bir ajanstan teklif geldi gibi bir durum oldu. Bu çirkinliğimle adamlar dellendi bence, ya da fotoğraflarımı bulan adam kör filandı. Ajansı araştırdım azıcık, Fox'taki dandirik diziler güya. Kocamın Ailesi, O Hayat Benim bilmem ne. Nenemin izlediği diziler yani, gitmedim görüşmeye. 
Valiz kilo sınırı yüzünden yanımda sadece bir kitap getirmiştim. Üç kere oldu aynı kitabı okuyorum. Delirmek üzereyim artık. Şu yazı bitince gidip kitapçı arasam iyi olacak ama bu mahallede daha interneti olan pastane bile yok. Şu an yan masamda teyzeler tavla oynuyor, karşıda çocuklar batak atıyor, yanımda amcalar okey götürüyor. 
İkinci günümde pes edecektim biliyor musun, Adana'ya geçmek için her şeyi yapacaktım. Sonra durdum, "Kendine gel, herkes bu yollardan geçiyor!" diye bağırdım. Pes etmek bana göre değil ama en başta bir sürü sorun üst üste gelince ve yalnız olunca öyle hissettim işte. Şu an daha iyiyim ama, sınavı geçsem daha iyi olacak sanki. Benim için dua eder misin, "Geçsin." diye. 60 geçme notuymuş, 61 de alsam olur ama yeter ki alayım, inanılmaz rahatlayacağım. 
Bazen "Bütün yaşıtların Balıkesir'de Bursa'da festivallerde coşarken, sen duvar siliyorsun. Manyak mısın?" diye kendime sormuyorum değil. Bilmiyorum, böyle bir his geliyor, iyi olacakmış gibi her şey. Sonra tabi gidiyor, ben kendimle baş başa kalınca.
Bu sefer güldüremedim sanırım, depresif olmaktan nefret ediyorum. Ama neyse ne, sonunda İstanbul'dayım, hadi hayırlısı. 

25 Ağustos 2016

Yanlışlıkla intihar eden tek insanım!

Zamanında Abdullah Gül'ün bir twiti vardı, adam resmen beni düşünerek atmış. "İleride uzun boylu, kambur bir çocuk saçma isimli bir blog açar, yazacak bir şeyler bulsun, en iyisi ben şu twiti atayım." diye düşünerek, "İnsan gerçekten hayret ediyor." yazmış bence. Kendisine kocaman bir teşekkürü borç bilirim, çünkü az önce arkadaşıma telefonumda "Üç kere intihar etmişliğim vardır, ama yanlışlıkla!" gibi, yedi kelimelik efsane bir cümle kurdum!

Zaman geriye aksın!
13 yaşımın yaz ayında sakin sakin havuza girmek, dondurma yemek ve gezmek yerine; o dönemin en popüler konularından birine merak sardım. Ruh, cin, beyaz ışığı görme, üç harfliler muhabbeti. Herkes konuşuyor, "Ayy, biz çağırdık geldi, biliyor musun? Arkadaşım Ayşe'ye musallat olmuş, kız delirdi vallahi. Hiii, sakın bana 'Ben daha beyaz ışığı görmedim.' deme! Bizim üst komşunun kızı bile görmüş ayol!" diyorlar, beni meraktan bitiriyorlar.
Ruhmuş, cinmiş, zaten ödüm kopuyor. En son, geçen yıl Dabbe'yi sinemada izlemek gibi bir gaflete kapılmıştım, bir hafta boyunca tuvalete annemle gittim. Filmin yarısını koltuğun altında ağlayarak izlememi anlatmadım daha. Neyse, "Madem öyle," dedim, "Ben şu beyaz ışığı göreyim."
Bir yandan da kendime soruyorum. Evet, beyaz ışık, süper.  Eee? Görünce bir şey mi oluyor, bir anlamı var mı? Yapılan genel tanım "Ölecek gibi oluyorsun ama ölmüyorsun, araf ışığı o." gibi, korkudan altımıza işeten bir cümle.
Uzun uzun düşündüm, planımı yaptım. Yanımda oturan kuzenime "Gel hadi dondurma almaya gidelim." der gibi, "Kalk kalk denize, beyaz ışığı görmeye gidiyoruz!" dedim, fırladık yerimizden.
Planım şu: Denize giriyoruz, derin bir nefes alıp batıyoruz, nefesimiz bitene kadar çıkmıyoruz ve beyaz ışığı görüyoruz. Evet, dünyanın en geri zekalı insanıyım ama söylerken çok mantıklı duruyordu.
Denize girdik, üçten geriye doğru saydık, daldık. Önce her şey güzel gibiydi, "Ohhh!" diyorum içimden, "Ferah ferah görücem beyaz ışığı, hey maşallah!" Sonra nefesim bitti, bu beyaz ışık yok! "Diren Tolga," dedim, biraz daha beklemeye karar verdim. Bu arada da baloncuk çıkarıyorum sürekli, aman allah diğer tarafa giderim diye tırsıyorum resmen. Sonra... bir anda bir şey oldu. Böyle benim uykum geldi, ellerim kollarım yavaşladı. Gözlerim hafifçe kapandı...
Lan! Anasını avradını dedesini! Hatta ebesinin teyzesinin bilmem nesini! Bildiğin her taraf bembeyaz, allahhımmm sana mı geliyorumm derken; sudan çıkışımı, sahile koşuşumu, kumları öpüşümü, yerlerde yuvarlanışımı görmeliydin!
Şerefsiz kuzenim nefesi biter bitmez çıkmış bir de, bana da uzaylı görmüş gibi bakıyor pezevenk. Oturdum her şeyi anlattım, "Böyle böyle vallahi," dedim, "Beyaz ışığı gördüm." Baktı bana uzun bir süre, "Boşver şimdi beyaz ışığı, mangal yakmışlar, gel hadi yiyek." dedi. Ayy, soğan salatasını görünce iki saniyede unuttum olanları yemin ederim.

Rekor denemelerinden bildiriyorum
Aradan bir yıl geçmiş, yine yaz ayındayız ve yanımda yine aynı kuzenim var. Yalnız bu kadar olaydan sonra o salakla kuzenliğimi gözden geçirsem iyi olacak.
Neyse, yine biz beraber oturuyoruz, evde kimse yok. Durdu durdu, "Rekorlar Kitabı'na girmeye ne dersin?" dedi. Ben tabi ondan daha salak, "Ne duruyorsun, kalk kalk hadi!" dedim.
Su içme rekoru kıracakmışız. Mutfağa geçtik beraber, başladık suları içmeye. Hiç abartmıyorum, ben 22 bardak içtim, kuzenim 19 bardak içti. Her şey güzel gidiyordu...
Benim karnıma girdi bir ağrı, ölüyorum resmen! Tuvaletten çıkamıyorum, inliyorum, yerlerde sürünüyorum, ağlıyorum! Hemen annemleri aradık, "Salak salak iş yaptık, koşun!" dedik, hastaneye gittik.
Zehirlenmişiz bildiğin, iğne vurulduk. Annemlerin bana söyledikleri "Devede de boy var ama eşşşeğin arkasından gidiyor. Nerde hata yaptık da sen çıktın benden?!" laflarını geçtim, doktorun "Neden delikanlı, neden yani?" diye sormalarını anlatmak bile istemiyorum.
Rekorlar Kitabı'ndan da kimse gelmedi bu arada, şerefsizler!

Sonum bir türlü gelemiyor
Öncelikle şunu söylemeliyim ki, seni ve jelibon paketini uçurumdan aşağı sarkıtıp "Birini kurtarma şansın var." deseler, jelibonu seçerim. Hehehe, şaka yaptım, tabii ki seni seçerim! (Okuyucusunu kaybetmek istemeyen Tolga'nın dramını okudunuz.)
Halam teee elin Amerikalarından bana jelibon şeklinde vitamin almış. Rutinim şu, her sabah üç tane yemek ve hayatıma devam etmek.
Ancak Tolga olmak, 'doğruyu abartmak'tır!
Evde oturuyorum, şeker krizine girdim. Yiyecek hiçbir şey yok, kafayı yemek üzereyim! Buzdolabını açtım, kenarda o kavanozu gördüm. "Aaaa," dedim, "En iyisi ben bunları löp löp götüreyim, hem çok faydalı, gelişimime yardımcı olur!" Bu cümleyi iki metre bir çocuk söylüyor bu arada, rezilliği sen düşün! Daha ne kadar gelişeceksin sen be!
Aldım kavanozu kucağıma, televizyon izlerken üçer beşer ağzıma attım vitaminleri. Kavanozun bittiğini, kucağımdan yere çaat diye düşmesiyle anladım. Ve aklıma dank etti: Ben vitamin zehirlenmesi geçirecektim!
Hiçbir şey hissetmediğim halde kendimi koltuktan yere attım, hafif bir uzandım. Ellerimi uzaklara uzatıyorum ama uzanamıyorum hiçbir şeye, gözlerimi kısıyorum, "Ölüyorum, sanırım artık gitme vakti..." filan diyorum! Gözlerim dolu, yuvarlanıyorum, her şey bitmiş gibi davranıyorum ama aslında domuz gibiyim!
Bir yarım saat öyle takıldım, baktım ağrı sızı yok, "Amaaan," dedim, oturdum diziyi izlemeye devam ettim. Ta ki, annem eve gelip kavanozun bittiğini görene kadar...
Bana ettiği küfürleri, uydurduğu küfür kombinasyonlarını buraya maalesef yazamam. Hemen Amerika'daki halamı aradık, halam elinde kavanozla birilerine sormaya gitti, bir de millerce öteden küfür yedim sağ olsun.
Dedikleri tek şey: "Bir şey hissederse hemen doktora gitsin." oldu. Lan! Sanki ben bilmiyorum öyle olması gerektiğini!
Bütün gece, kendi ölümümü düşünüp hıçkırarak ağladım salak gibi. Hatta vasiyetimi yazdım, tek mal varlığım olan kalemlerimi isim isim yazıp kuzenlerime bölüştürdüm.
Sonuç olarak, tahtalara vur, gayet iyiyim. Sen gül diye yazı bile yazıyorum!
Vasiyetimi de hemen yırttım, para verdim oğlum ben onlara!

19 Ağustos 2016

Ev ve yurt arayışından bildiriyorum, ağlayarak...

Hayalim tam olarak neydi, ben de bilmiyorum. Sanırım, İstanbul'da hekimliği kazanacağım, gittiğim an evim, yemeğim, yatağım hazır olacak, ben de kurulu düzene gelmiş olacağım. Böyle düşünüyordum, her ne kadar kendime itiraf edemesem de. 
2 Eylül'de temelli geliyorum. Birkaç gün öncesine kadar, aklımda ev, yurt, kalacak yer, para vs o kadar yoktu ki, bu konu gündeme gelince ne yapacağımı şaşırdım. Herkese "İstanbul'a gidiyorum yahu ben!" derken, "Nerde yatacam lan?" diye sormak aklıma gelmedi ki. 
Önce yurt aradık. 10 metrekare odalarda, sadece uyumak için vereceğim parayı duyunca resmen ağladım. Birisini bulduk mesela, adam diyor ki "Durağa 10 dakika yürümesi lazım." Ben Adanalıyım, buranın soğuğu, İstanbullular için ilkbahar niteliğinde. Ve kar yağıyor, ben 10 dakika o soğukta yürüsem 10 hafta hasta yatarım, kendimi tanıyorum. İlk yurdu öyle eledik. 
Sonra başka bir tane bulduk, daha yeni yapılmış. Bildiğin mükemmel, odada her şey sıfır. Adam inanılmaz ilgili konuşuyor, odalar iki kişilik. Yemek yok, yine sadece uyku için bir sürü para bayılacaktım. Bir de şöyle bir durum var. Ben sanırım aynı odada birisiyle uyuyamam ya. Arada minicik bir komodin var, yataklar neredeyse dip dibe. Düşünsene, çok affedersin ama osuracaksın diyelim, ayyyy içine içine atarsın utanırsın be gece osurmaya. Ya da uyuyamazdım ben şahsen, gece yanlışlıkla pırt yapacağım da arkadaşıma rezil olacağım diye düşünüp. Şey derdim mesela, "Bu çocuk gidecek arkadaşlarına 'Oda arkadaşım hoşur hoşur osuruyor geceleri!' diye söyleyecek... Napiyim, böyle manyak düşüncede birisiyle kalınır mı yahu. Sonra, kitap okumadan uyuyamıyorum, hastalık gibi bir şey. Ben ışığı açacağım, belki o rahatsız olacak, "Kapat." diyecek. Hayır, kendimi tanıyorum. Geçen sene, kimse kırılmasın üzülmesin diye telefon ışığımla kitap okuduğum için şu an gözlük kullanıyorum. 
Bir de uyum sorunu var. Gelir en psikopatı beni bulur, gelir en muhafazakarı beni bulur. Adamla paylaşacağım hiçbir şey olmayacak ama haziranın 30'una kadar eşek gibi kalacağım. 
Ya üzülmüyor değilim. O kadar çok durumu olmayan öğrenci var ki. Kütüphanede yaşayan öğrenci duydum, ben iki kişilik oda beğenmiyorum. Ama yemin ederim elimde değil, bilmiyorum, ben kimseyle yapamam gibi geliyor. Sinir kontrolüm sıfır, bazen gereğinden fazla laubali bazen fazla resmiyim. Nurella gibiyim anacım, gelgitlerim var yahu. 
Allem ettim kallem ettim, en sonunda eve ikna edebildim bizimkileri. Yine hayalimi anlatıyorum, kirayı vereceğim, hooop, eşyalı, dayalı döşeli, Adana'dan sadece yastık kılıfımı götüreceğim bir eve konacağım. Hatta kendimi o kadar inandırdım ki, kendime Nurellalı tabela bile aldım, kapıma asarım diye düşünüp. 
Önce kendim bakmaya başladım. İstanbul'da öğrenciye resmen insan gözüyle bakılmıyor, onu öğrendim. Şerefsizler! Attıkları fotoğraflarda, eve köpek bağlasan, köpekceğiz "Hav hav, bu nasıl ev lan, it!" der, gider seni ısırır yemin ediyorum. Tuvalet salonun ortasında gibi, klozete oturuyorsun, bacakların küvette sallanıyor. Bazısında klozet bile yok! Bazısında banyo yaparken alaturka tuvaletin içine bacağını sokman lazım. Ağlayacaktım yemin ediyorum, bir de adamı arıyoruz mesela, "Öğrenciye vermem, hiii, erkekse hiç vermem." diyor. Öğrenci de evine ölüyordu sanki, bak dellendim yine. 
Sonra daha düzgün bir emlakçı bulduk, yardımcı olmaya çalışan, kendisi de öğrenci olan. Birkaç eve baktım, fena değildi. Eşyalı, üstelik iki oda bir salon ve ucuz gibi. Yurttan daha ucuz. Giriş katında baktım önce, sonra korktum. Çatı katı gösterdi adam, bir tanesini beğendim. Çatısı ahşaptan böyle, nasıl şirin görünüyor. Sonra adam "Ev sahibi alt katta oturuyor, çok fazla muhafazakarlar, eve kimseyi atamazsın." diyince anında "vazgeç gönüüül" şarkısı çaldı kulaklarımda. 
Bir de beton olanından gösterdi, yine çatı katı. Bu diğerine göre daha sert duruyor ama en azından ev sahibine yakın değil. Üstelik durağın önünde. Aklıma yattı gibi oldu.
Yine "İlk kirayı veririm, oturmaya başlarım." diye düşünürken, adam depozito ve emlakçı parası istedi. Depozitonun da hepsini geri vermeyeceklermiş, eşyalar duygusal anlamda çok yıpranırmış çünkü! Bir anda nakit olarak o kadar para istediler ki, ailecek neye uğradığımızı şaşırdık. 
İçime bir battı bir battı anlatamam. Araya birilerini soktum, İstanbul'a gider gitmez part time bir işe başlıyorum. Ya bir giyim mağazasında eleman olacağım ya da bir kafede garson. Yine radyolara televizyonlara gider, "Ben ikinci üniversite olarak radyo tv okuyorum, blogum var, gazetede yazmıştım zatır zutur" derim ama sanmıyorum pek şansım olduğunu. 
Hayat ne garip ya. Daha dün, Yıldız Tilbe şarkılarında yedi aydır düşündüğüm şey istediğim gibi olmadı diye ağlarken; şu an daha okulu başlamadan neleri neleri düşünen biri oldum. Bazı şeyler geçmiyor, belki de geçmeyecek, izi kalacak, sadece kabuk bağlayacak belki; ama aklına getirip kaşımadığın sürece, acı vereceğini sanmıyorum. 

Dip Not: Bir şey diledim, okuduktan sonra "Amiiin!" desen, evrene hep beraber enerji yollasak olur, di mi? Çok ihtiyacım var.

17 Ağustos 2016

İstanbul'dan bildiriyorum!

İstanbul'daydım. Geri dönmek istemeyişimi, dönüş biletimi iptal ettirmek için anneme yalvarışımı daha sonra anlatırım. 
Okula kaydoldum. Bu arada, yol gerçekten uzun sürüyormuş İstanbul'da, onu anlayabildim. Yeni geldiğimden midir nedir, etrafı ağzım açık bir şekilde seyrederek gidiyorum, zaman hemencecik geçiyor zaten. Okula giderken, yolda yanıma bir kız oturdu. Adama "İskele." diyip parayı uzattı, ben de vapura bineceğim diye "İskele, şu vapurların kalktığı yer di mi?" diye rezil bir soru sordum... Sonra bir baktım, kızla baya baya konuşmaya başladık. Finans okuyormuş, İstanbulluymuş, ilk başta sudan çıkmış balığa dönecekmişim ama alışacakmışım, James Franco'ya benziyormuşum... Bunu bana söyledi, "Ama o yakışıklı, istersen bir daha bak." diyip poz verdim. Ya var ya, rezil üstüne rezilim resmen. Kız iltifat ediyor, "Gözlükçünü değiştirmeni öneriyorum." diyorum. Burcumu sordu, çok merak etmiş. Sonra da beraber indik, vedalaştık. 
Kayıt için 7'de uyandım diye ağlamıştım. "O saatte uyanılır mı?!" diyerek. Okulun kapısından girdim, önce tabii ki yol özürlü olduğum için yanlış yere gittim. Güvenliğe söyledim, "Kayıt için geldim." diye, "Şurdan git, dümdüz yürü, göreceksin." dedi. Anam anam bu ne! Ben okula 9.30'da vardım, erken gireceğim diye sevinirken; bir sıra var ki, abooo! Bu kadar insan, herkes konuşuyor, güneş yakmıyor ama yakası var, sıranın ön ucu görünmüyor... 
Sırada elimde telefonla beklerken, bir şey duydum. Bir kız, yanındaki çocuğa "Geçersin hazırlığı bence." dedi. Ben de baya merak ediyordum, direkt atladım: "Ya sen bu üniversiteden misin, sınav zor mu, geçilmeyecek gibi mi, geçerim di mi?" diye. Kızı soru yağmuruna tuttum resmen. Meğer, çocuk okula yazılmaya gelmiş, hem de benim fakülteme. Kız da arkadaşıymış, yanında olmak için gelmiş. Ben de gariban, tek gelmişim. Tanıştık, konuştuk uzun uzun. İstanbul'u yazma nedenime "Deniz var çünkü, Adana'dan alışkınım." dedim, çocuk Ege istiyormuş ama ucundan kaçırmış. Denizli'denmiş. Kızacaksın ama, ben Denizli'de deniz var sanıyordum. Yokmuş ki meğer, rezil oldum bunu söylediğimde. 
Neyse, yarım saat sonra bir baktım, kaydolmuşum! Biraz fazla orijinal biliyorum ama, bir poşet içinde bana defter, kitap ve diş macunu verdiler, diş hekimi oluyorum diye. 
Uçağıma daha zaman vardı, okulu gezmek istedim. Baya baya büyük, özel okul gibi. Ha bu arada, benim kendi fakültem burası değil. O dağın başında maalesef. Orayı görmeye gidecektim ama kuzenimin "Taksim mi orası mı?" sorusuna tabii ki "Taksim!" cevabını verdim. 
Bu arada, İstanbul'a bayıldım. Taksim'de sanat galerileri gezdim, kitapçılardan çıkmadım. Postercilerden ayrılmadım, defter almaktan ciğerim soldu. Vapura biniyordum, o kadar güzel ki, sonra tekrar biniyordum. Tek yaptığım şey denizi seyretmek üstelik. Dur dur, okula devam ediyorum. 
Kafelere, kantinlere baktım. Binalarda dolandım, kütüphaneye girdim. Klimalıydı, valla kitap okudum koltuğa yarı uzanır vaziyette. Dışarıdan bakan, yeni kaydolmuş değil de; yıllardır bu okuldaymış gibi düşündü muhtemelen. 
Sonra, 7 aydır beklediğim bir şey vardı. Onu gerçekleştirdim, hiç bitmesin istedim. Biliyorum, çok konuştum, susmadım; ama elimde değildi. 
Havaalanına, hayatımda bir ilki gerçekleştirerek tam 4 saat erken gittim. Ben normalde, bir yere 4 saat geç kalan bir insanım sonuçta. Dünyanın en mutlu insanıydım okuldan ayrılırken. Kafamdaki onca kara şey, dağılmıştı. Huzurluydum, yüzüm gülüyordu. Ya sanırım ciddi ciddi mutluydum. Yanında sehpa falan varsa vursana, rica etsem. 
Şu an için, önümü yine göremiyorum. Ama eskisi gibi, önüme bakarken artık saklanmıyorum. Kendimden daha emin adım atıyorum sanırım, başardım çünkü. Başardım lan! 

11 Ağustos 2016

Ve bir bakarsın, olmuş...

Bundan sadece 1 yıl önce, birisi gelip "İstediğin şehre, istediğin bölüme gideceksin." deseydi; "Şerefsiz, alay mı ediyon lan sen benle!?" derdim.
Tam olarak 1 yıl önce; öküzler gibi kilo almış, mutsuzluktan pert olmuş, tüm herkes kendisinden derece beklerken sınavın ortasında ağlayıp eli ayağı titrediği için beklenen dereceye basamak ekleyip oturmuş, kara kara düşünen, bir anda kocaman bir arkadaş grubundan trajik bir şekilde ayrılıp üç kişi kalmış, yazmaya ara verdiği için kendisinden nefret etmiş, kafası allak bullak, kendisini mutlu sonu göremeyeceğine inandırmış, dört saat kala tercihlerini silip gitmediği için pişman olup olmadığından emin olmayan birisiydim.
Şu ansa, dün gece, kazandığını kutlamak için içtiği bira yüzünden başı azıcık ağrısa da, mutlu ve huzurlu birini okuyorsun!
Okula, bölüme bu kadar anlam yüklemem doğru mu, ben de bilmiyorum. Ama aklımda hep İstanbul vardı. Bir de, ikinci girişim olunca, "Bari istediğim bölüm olsun." düşüncesi.
Dünyanın en efsane tercih sonucuna bakma anını yaşamış olabilirim bu arada. Bir tiyatro oyunu yazıyordum, gideceğim şehirde tiyatrolara başvurup oynanmasını isteyecektim. Gideceğim şehir de belli değildi bu arada, ama kalbimde hep "Umarım İstanbul için yazıyorumdur..." düşüncesi vardı. Bilmiyorum, sanki orası olmalıydı gibi işte.
Neyse, sonuçların açıklanacağı sabah, berbat bir şekilde uyandım. "Olmayacak, olmadı, en son tercihime gideceğim, of keşke şunu üste yazsaydım." diye diye başladım üzülmeye. İçime bir kurt düştü, sanki olmadı gibi işte. Anneme söylüyorum, gariban kadın alışmış, "bıktım artık bu arabesk ruh halinden, olumlu düşün biraz." filan diyor, arkadaşlarım sakinleştirmeye çalışıyor.
Yazdığım oyunun bir sahnesini evde kendi kendime oynuyordum. Bir anda mesaj geldi arkadaşımdan, "Tıp oldu." diye.
Elim, ayağım, çenem, kıçım, var olan tüm organlarım titremeye başladı. Elime telefonu alıp, sonuçlarıma baktığım anı uzaktan izleyen biri muhtemelen ambulansı arayabilirdi. Bir baktım ki, İstanbul yazıyor. Attığım çığlık, sonra oturup ağlamam, sonra arkadaşımı arayıp biraz da ona ağlamam... Yazık, o da "Tolga gülüyor mu ağlıyor mu belli değil lan." demiş, ağlamam bile absürt...
Sonuç olarak, İstanbul'a geliyorum!
Kadıköy taraflarında iki metre olacakmış da olamamış boylu, hafif kambur, zayıf, kara kuru birini görürseniz gelin selam verin, konuşalım. Selam verdiniz, baktınız size pis pis bakıyor, valla o ben değilim, kaçın. Heyyo!

31 Temmuz 2016

Fitness'tan bildiriyorum, oiyyy, yanlarım kulunçlarım gitti!

Ne kadar ertelersem erteleyeyim, spor salonu arkamdan yine sinsice yaklaşarak "Kaçabilirsin ama saklanamazsın!" dedi. Bu yazıyı, her tarafımda ağrılarla yazıyorum. Doğru dürüst gülemiyorum bile, robot gibi oldum yemin ederim. Önce, sana geçen yılki spor salonu maceramı anlatacağım. Merak etme, anlatmam çok uzun sürmeyecek. Zira kendisi sadece üç gün sürdü!
Ben yine radikal bir şekilde kararımı vermişim, koltukta otururken bir anda "Ben kas yapacağım yav, olmuyor böyle!" diyip fırlamışım. Yalnız bendeki olaya bak, yaşıtlarım en ucuza en fazla kas yapacakları mekanları arıyor; ben de hâlâ "Babam bu odada çok ses yapıyor, acaba tuvalette mi yatsam?" diye konuşuyorum. Kendimi kısaca anlatayım. Uzun, "iki metre olacakmışım daaa, ucundan dönmüşüm!" gibi bir boya sahip; boyundan 10 eksik kiloya sahip olmasına rağmen uzun uzuvları yüzünden zayıf görünen, uzaktan Safinaz, yakından çırpı bir şeyim. Azıcık da kamburum, tüüü bana be! 
"Yeter yahu," dedim, aynaya baktığımda kendi görüntümden hoşnut olmalıydım çünkü. Bir türlü beğenemiyordum kendimi, "Şöyle kollarım hafif kalın olsa, baklavalarım çıksa, oh oh be!" diyip duruyordum zaten. Yazılmak için çalışmalara başladım! Bu arada, dünyanın en üşengeç insanı olabilirim. Hatta Ayla Çelik, o "Ben dünyanın en büyük bilmem nesi olabilirim." şarkısının sözlerini beni gördükten sonra değiştirebilir, o derece. O yüzden, gideceğim salonu bile internetten buldum. Yahu napiyim, teknoloji o kadar ilerlemiş, Adana'nın sıcağında gel sen yürü o yollarda. 
Yazıldım yeni açılan bir yere, parayı da peşin verdim. Annemlerin bakışlarını görmen lazım ama, "Sen eğer yarım bırak, bak neler olacak!" ifadesini. Korkudan altıma ediyorum desem yeridir ancak kendime güveniyor gibiyim. Yani güvenmiyor da olabilirim. Ya da tam güveneceğim, güvenesim kaçıyor da olabilir. 
Adını gugılda arayınca bir sürü yarışmada ismi çıkan bir öğretmen bana yardımcı olacakmış. Adamı karşıma aldım, peşin peşin kendimi anlattım. "Bakın," dedim, "Ben yorulmayı sevmem. Hehehe, zaten kim sever? Öyle çok fazla spor yapamam ama bir ayın sonunda buradan kaslı ayrılsam fena olmaz. Azıcık kilo alsam, hocam, buranın reklamını bir yaparım, aklınız hayaliniz durur vallahi!" dedim. Adam baktı ben kaçacak gibiyim, yalvar yakar "Söz, sadece 1 saat yapıp gideceksin. Yarın gel başla." dedi. 
Yarın oldu, beni görmen lazım. Gitmemek için evde dizi mi izlemedim, buzdolabının önünde mi oturmadım, Oscar alıp konuşmalar mı hazırlamadım. Ancak, zaman bir şekilde geçti ve ben kendimi spor salonunda buldum. 
"Önce koşacaksın. Sonra şu makinelerde şunları yapacaksın, benim işim var, az sonra çıkacağım." dedi. Bana koşu bandını ayarladı, sonra da gitti. 
Koşu bandının bindim üstüne, hooop, geriye doğru uçtum, yere yapıştım. Sanırım prensesler gibi binmemek gerekiyormuş. Kenarlardan tuttum bu sefer, başladım koşmaya. Sanırsın, arkamdan at sürüleri geliyor, bu ne hız be! Gittim, düzelttim kendi kendime her şeyi. Hızı en aza indirdim. Bir de içimden düşünüyorum, "Koşu bandında 55 dakika 'yürüsem', 5 dakika da şu ağırlıklardan kaldırsam; 55+5 etti mi sana 60!" 
Sakin sakin, kulağımda kulaklık, elimde telefon, bir güzel popomu sallaya sallaya yürüdüm. 55 dakika bitti, o dediği aletin önüne geldim. En az kiloyu ayarladım, güya kaldırıyorum. Beni görmen lazım, adeta spor salonunun ortasında bir zürafa doğum yapıyor sanki, öyle sesler çıkıyor benden. Bir yanımdaki makinede de bildiğin en az 60 yaşında kaslı bir amca var, "Hey maşallah amca yahu." diyip duruyorum adama. 
5 dakika bitti, benim içim nasıl rahat, sana anlatamam. Odaya gittim, sanki terlemişim gibi üstümü değiştirdim, boynumdaki havluyu çantama attım ve bana verilen besin listesiyle yola çıktım. 
Liste resmen yumurta ve sütten oluşuyor. Vallahi kimse kusura bakmasın, benim vücudum günde 2 yumurtadan fazlasını sivilce çıkararak karşılıyor. Aklımca bir hesap yaptım, "Bim'den aldığım 2 gofret bence 1 yumurta ediyor." diyerek, başladım gofretleri götürmeye. İlk gün böyle bitti.
İkinci gün, baktım hoca yok, 60 dakikanın tamamını koşu bandında sakin sakin, usul usul yürüyerek geçirdim. Çıkarken de, "Bu yorgunluk sana biraz fazla sanki, kendine ne ısmarlamak istersin?" diyerek, bakkaldan Twister aldım. Yeşil yeşil yedim valla dondurmayı, yumurtadan daha güzeldi. 
Üçüncü ve son günüm, gerçekten acılı geçti. Bu sefer hoca vardı ve her alette yanımda durdu maalesef. Koşu bandında sadece 10 dakika, beni Road Runner gibi koşturdu, hayvanlar gibi terledim. O 5 kilo kaldırdığım alette, bu sefer 15 kilo kaldırttı bana, ağladım resmen. Tam yeni bir alete, daha doğrusu benim anamı tekrar ağlatmaya geçiyorduk ki, adamın telefonu çaldı, uzaklaştı. 
Ve ben tam anlamıyla kaçtım! 
Soyunma odasına koşuşumu, o havluyu çantaya atışımı, ayakkabımı bile çıkarmadan, koşu bandında koştuğum hızdan daha hızlı bir şekilde oradan tüyüşümü görseydin; muhtemelen "Sen dünyanın en hızlı insanı olabilirsin." diye şarkı söylerdin. Hatta yolda "Burada insan öldürüyorlar laaaan!" diye bağırıp kendimi evin aşağısındaki pastaneye atışımı ve oradan aldığım dilim pastaları yiyişimi görseydin, "Sen dünyanın en ayı insanı olabilirsin." de diyebilirdin, bilmiyorum. 
Tam bir sene geçti aradan. Yine kararımı verdim, yine parayı peşin verdim ve yine yazıldım. 
3 gündür gidiyorum. Açıkçası ilk gün yaşadığım saçma hadiseden sonra, başıma pek bir şey geldiği söylenemez. Benim yaşlarımda bir çocuk, baya da gelişmiş diyebiliriz hatta, kendisine hiçbir şey sorulmadığı halde bir anda bağırarak anlatmaya başladı: "Ben eskiden böyle değildim. Başıma çok kötü bir olay geldiği için spor yapıyorum." 
Bende de, böyle şeyleri duyunca "Dinleyeyim de, ileride yazarken kullanırım." gibi bir düşünce var, mesleki deformasyon sanırım! Bıraktım elimdeki ağırlıkları, çocuğu dinlemeye başladım. 
"Ben eskiden zayıf, sivilceli, kara, kambur bir şeydim. Bildiğin çirkindim yani." dedi.
Ulan şerefsiz, bu bildiğin ben! Sensin çirkin be! Açtım ağzımı, "Canım, yalnız o anlattığın ben oluyorum." dedim. O da "Sen çirkin değilsin ama." dedi. Sonra devam etti: "Sınıfımızdan bir kız vardı. Bir gün bana 'Sen nasıl bir şeysin ya, çok zayıfsın, baya kötü bir görüntü.' dedi. O günden beridir spor yapıyorum, o günden beridir böyle kaslıyım." dedi. 
Ne kadar acı di mi, bir insanı dış görünüşüne göre yargılayıp "Sen çirkin bir görüntüsün." demek. Birincisi, o insan seni ne kadar ilgilendiriyor? Senin ne çok boş zamanın var ki, bunları düşünüyorsun. İkincisi, belki sorunları var, kilo alamıyor, almıyor, almak istemiyor. Üçüncüsü, bu nasıl bir üsluptur ki karşıdakini bu kadar üzen, içerleten? 
Sustum, öylece dinledim. Zaten kimse de çocuğu takmadı, herkes işine devam etti. 
Bence, gelişen ya da gelişmeyen kasların yanında; her zaman gelişen bir beyin daha önemli. Çok insan tanıyorum, inanılmaz düzgün vücutlu ama yobaz, geri kafalı, bilgi yoksunu ve bu yoksunluğuna rağmen susmayan. Yine çok insan tanıyorum, belki düzgün vücutlu değil ama sohbetine doyum olmayan, kasıntı değil, medeni, bir şeyler bilen ve öğreten. 
Diyeceğim o ki, eğer bu salondan da kaçmazsam, bir şeyler başarabilmiş olacağım. Sağlık için de yazıldım bu arada, karaciğerim aldı başını gidiyor çünkü. Bu arada, öğretmenim en başlarda biraz buzdolabı gibiydi ama şimdi her saniye yanımda, "Buradan da kaçma diye başında duracağım sürekli." diyor, sağ olsun! Umarım başarılı olurum.

30 Temmuz 2016

Sahalara dönüyorum!

Böyle yazınca da, şu an aşırı mutluyum sanacaksın. Değilim, çünkü kendime verdiğim sözü tutamadım. Bu huyumdan gerçekten çok gıcık alıyorum, tutabilirdim ama yapmadım. Hep böyleyim, uzun vadeli şeylerde kesinlikle hırs yapıyorum, uğraşıyorum; kısa vadede yapmam gerekenlerin hepsinde popoma ayaklarımı vura vura kaçıyorum.
Neler neler oldu, anlatmaya başlıyorum. Bu arada, burası baya boş kalmış, neredesiniz yahu? Geçen yaz, ondan önceki yaz hep birlikte coşardık, ne yaptık ne ettik diye merak ederdik. Kimseler kalmamış gibi.
Mıh gibi aklımda, en yakın arkadaşıma ağlamaklı bir suratla "Bu yıl bitmeyecek biliyor musun, sonsuza kadar üniversitesiz kalacağım." dediğim an. Bitti, zaman bir şekilde geçti. Biliyor musun, zaman gerçekten geçiyor. Kimi zaman geçirse de, o korktuğun her şey bir bir bitiyor. Sonu kötü bile olsa, önce "Olmalıydı." diye ağlasan da, sonra kendi şifanı buluyorsun, etkisi azalıyor.
Bu satırları hekim olarak yazıyorum bu arada. Kazandım! Vallahi billahi sonunda oldu!
Bu yıl, inanılmaz farklı bir dönem oldu benim için. Olgunlaştım. Eskiden her şeye "asla yapmam" derdim, asla dememeyi öğrendim. Paramı idare etmeyi. Hoş, haftalığımın yüzde doksanını ilk gün harcayıp kalan yüzde onla altı gün geçiniyordum ama olsun, bu da bir şey yani. Bana saygı duyulmasını istediğim için, etrafımdakilere saygılı davrandım. Ki bu, kendimden asla beklemeyeceğim bir şeydi. Negatif olduğum zamanlarda hem kendimi hem yakınlarımı pozitif duruma getirmeyi öğrendim, en çok buna çabaladım hatta. Şu pozitif enerji olayına inanmayı da bu yıl öğrendim. Pozitif bakınca Polyanna şey etmiş gibi durduğumu değil de, daha olumlu durumlarla karşılaşabileceğimi fark ettim. Oturma organımla içki içiyordum resmen, çok elim bir hadiseyle artık sarhoş olmamayı da öğrendim. Yarım saat içinde; yemek yemeyi, tuvalete gitmeyi, merdiven çıkmayı, azıcık kestirmeyi, soru çözmeyi ve gıybet yapmayı öğrendim. Tek sorun, artık hem çok hızlı konuşuyorum baş ağrıtıyorum, hem de çok hızlı yürüyorum, kimse bana yetişemiyor. Yıldız Tilbe şarkılarının acı verdiğini öğrendim mesela. Eskiden olsa, dinleyene "Baymıyor mu seni?" diyeceğim şarkılarda hıçkıra hıçkıra ağlamayı öğrendim. Acı verdikçe bundan zevk aldığımı da kendime itiraf ettim ve bu yüzden, tüm şarkılarımı sildim. Pes etmemeyi öğrendim, hatta sanırım biraz saykoca ama üzüldüğüm an "Bu anının kıymetini bil, ileride yazarsın, oynarsın filan, lazım olur." bile dedim. Mesleki deformasyon naparsın! Güvenmemeyi de öğrendim, sanırım en çok bu işime yarayacak. İnsanlardan nefret edemediğimi, aynı zamanda kimseye acıyamadığımı da fark ettim. En fazla "Üzülüyorum onun için." diyebiliyorum, bu kadar. "Fizik" diyince beni afakanların bastığını da öğrendim, üzerine üzerine gitmeme gerek yokmuş, biz birbirimizi sevmiyoruz. Platonik aşkın aslında dünyanın en saf şeyi olduğunu ama bir yanımın her zaman "keşke karşılıklı olsa..." dediğini ezberledim hatta. Ve kimsenin, benim gözyaşlarımdan daha kıymetli olmadığını fark ettim. Mesajlaşmamız 4 cümlede bitti diye, gece ateşlenip ağzımda yaralar çıkarmayı, beni sevmediğini fark ettiğimdeyse üzüntüden 5 kilo vermenin dünyanın en korkunç şeyi olduğunu, kendime yazık ettiğimi anladım. Öğrenemediğim tek şey sinir kontrolü oldu, hâlâ sinirlendiğim an gözlüğümü alnıma takıp çemkiriyorum. Hakkımı aramayı öğrendim bir de, ya da sanırım biliyordum, mastır yaptım sanırım. Adımı çirkefe çıkardılar bu yüzden ama herkes faydalandı vallahi. Geceleri o kadar mekan gezdim, dans etmeyi hâlâ öğrenemedim. Uzaktan bakan birisi videoya çekip yutub'a "Allah yardım etsin, napıyor acaba ya..." diye koyabilir, ona çalışmam lazım. Sabahları erken uyanmayı öğrendim, bunu asla başaramayacağım sanıyordum. Bir şeyi çok istemenin yanında çok emek verip çok hayal kurmanın önemini kavradım mesela. Kendimi hastalıktan korumayı bir türlü öğrenemedim, şu an yanımda kırk beş tane peçeteyle yazıyorum bunları, çok hastayım. Beklemeyi de öğrendim sanırım. Hep bekleten taraf ben olurdum, ki hâlâ öyleyim de; bu sefer zaman beni bekletti, bir kişi değil. "Bekle, beklersen iyi olacak. Aaaa, ağlama ama sadece bekle, gerçekten iyi olacak. Söz söz!" diye diye hem de.
Sanırım mutluyum. Ya daha 19 yaşındayım, "mutluyum" derken bile korkuyorum! Şimdi yukarıdan birisi bana bir şey yapacak, beni üzecek, "naniik naniiik" diyecek gibi geliyor. Halbuki bitti yani, kuş kadar tatilin kalmış, otur tatil yap. Ama yoook, ruh hastası olmak böyle bir şey sanırım.
Hah, ne diyordum? Kitap için, kendime söz vermiştim. 19 gün önce bitmesi gereken kitabın 50. sayfasındayım daha. Gerçekten kendimden utanıyorum, bir bok bildiğim yok sanırım. Böyle durumlarda hep "Kendine ayıp ediyorsun." diyorum, buna daha çok üzülüyorum.
En geç bir haftaya açıklanacakmış tercihler. Bu arada, yaptım tercihlerimi. Kendi şehrim hariç her yeri yazdım. Yüz tane aile büyüğü "Yapamazsın, edemezsin, geri gelirsin." dese de, umurumda değil kimse. Zaten genelde konu bensem, kalan insanların düşüncesi açıkçası beni pek alakadar etmiyor. Geçen sene, derecemi duyanlar "Ya bu sene bu dereceden kötüsü yaparsan, ya olmazsa." demişlerdi; şimdi de aynı kadro "Başka şehirde yapamazsın sen." diyor. Yok efendim "Üst komşunun kızı, amcamın torunu, halasının görümcesinin oğlu İzmirlerde yapamamış, dönmüş, çok zormuş." bilmem neymiş. Yapan nasıl yapıyor? Hem okuyup hem çalışan arkadaşlarım var, onlar nasıl yapıyor? Kulaklarımı tıkamaya çalışıyorum ama patlamam yakındır.
Diş hekimliği yazdım sadece. Ekim'den beridir istiyorum. Kendime çok yakıştırdım nedense. Küçükken de hayalim insanlara yardım edeceğim bir şeyler olmaktı. Kızılay koluna yazdırırdım adımı, okul bahçesinde nöbet tutardım, üst sınıflardan birisi maç yaparken düşüp bir yerini kanatacak da ilk yardımı ben yapacağım diye. Tıp için, açıkçası korktum, bir de geçen seneden sonra soğumuştum. Diş de aynı zorluktadır biliyorum ama nedense daha bir istedim. Halimi bir gör, televizyonda diş hassasiyeti reklamı çıktığı an dünyam duruyor resmen, ekrana kilitleniyorum.
Sonbaharda da, yandan Radyo Televizyon Programcılığı başlayacak. İki yıllık ama olsun. Üstüne Medya ve İletişim de okudum mu, diş bittikten sonra üç diploma, belki bir sürü meslek seçeneği olacak. Daha bir heyecanlıyım o yüzden.
Neymiş, bu kadar işi nasıl aynı anda yapabilecekmişim. Siz karışmazsanız ben her şeyi yaparım, endişelenmeyin siz.
Bu arada, spor salonuna yazıldım. Birinci nedeni, gerçekten sağlık için. Benim karaciğer aldı başını gidiyor. Oturup yarım kilo jelibonları, çikolataları, hamburgerleri yemekten organceyizim pert oldu. İkincisi de, valla yalan söylemeyeceğim sana. Baktım parasız kaldım, kas çalıştıktan sonra bir ajansa kaydolurum diye düşündüm. 192 boyum var, ben olsam beni kaçırmam. Offf, tamam sustum.

4 Temmuz 2016

Yazlık Belgeseli - 2016 (Bu bir Uska yapımıdır.)

Her yaz olduğu gibi, bu yaz da yazlığa birkaç günlüğüne gittim. Aşırı eğlenmemizi ayrı tutuyorum, bu sefer ki daha bir efsaneydi sanırım. 
**
Sınavdan çıkmışız, evde "Fizik girdiiii, allammm oturamıyorumm." diye ağlarken soruların açıklanacağını duydum. Bu arada, bizim tayfanın hepsi yazlıkta. Herkes mesaj atıp duruyor "Tolga gel artık, aaa yeter başlatma sınavına." diye. Benim de aklımda şöyle bir düşünce var, "sorulara bakayım, rezilliğimi görüp birkaç günlük depresyona gireyim ve öyle gidiyim." (İstek kipiyle cümle kurmak çok zor.) Saat 16.30'da açıklanacak sorular, ben bilgisayar başındayım. Gözlerim dolu dolu... Bence siz de ağlardınız yahu cevabına bir iki dediğiniz sorunun yalnız üç çıkmasına filan. 
Bir anda telefonum çaldı, bir baktım ki yazlıktaki manyaklardan birisi. Konuştuk biraz, "aşağı in." dedi. "Ne aşağısı lan?" dedim, "biraz manyak bir aile olduğumuz için yazlığın anahtarını Adana'da unutmuşuz, gelmişken seni de alayım." dedi. (istek kipi keyfi.) Bildiğin, bütün yolu tekrar gelmiş, tekrar gidecek. 
Bu arada annem meraktan ölüyor, ben evde terör estiriyorum yanlışım çok diye. Bir anda nasıl oldu inanın ben de anlamadım, "Yaaa şapşik, iniyom dur bekle." dedim! O ağlayan, karaları bağlayan Tolga gitti, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmış bir Tolga geldi! 
Normalde her yere geç kalan, buluşma saati sadece bana 2 saat erken söylendiği halde sadece benim geç kaldığım bir insanken; hayatımın en kısa valiz hazırlamasıyla kendimi aşağıda buldum. Oğlum, benim dersim 8'deyse ben 8 buçukta evden çıkan bir manyağım...
**
Vardık yazlığa, her şey güzel, bıraktığım gibi. Sitede değişen hiçbir şey yok. 16 yıldır aynı ve sanırım, bir 16 yıl daha aynı kalacak. 
Dediler ki "Gelin sahile gidelim, içecek bir şeyler alıp." Gece olmuş artık, hava karanlık. Sahil dediğim de, hani dalga kıranlar var ya. İnanılmaz güzel bir ortam, hepimiz kayalara oturduk, dalgalar çarpıyor, gıybet on numara. 
Bir anda ayaklanma oldu, "Ayyy ayağıma bişi değdi, yengeç mi oo, ayyyy deniz yılanı bence. Sen mi dokundu yaa, ohaaa sen dokunmadıysan kim dokunuyo ya kaçın!" diye bağırdı bir arkadaşım. Herkes ayaklandı, "Hadi dönelim boş verin." dediler, ben bir sinir oldum.
Bu arada, bir arkadaşımız da böyle nasıl desem, ayakta duramıyor. Kayalardan indirirken filan biz tutuyoruz, hem çok konuşuyor, hem ağzı yüzü kaymış hafiften. Sayıklıyor sürekli, saçma saçma espriler, ağlıyoruz hepimiz artık. 
Daracık bir yol var, iki araba yan yana gidemez bile, yan tarafı ormanlık, oradan yürüyoruz sekiz kişi. İkişerli dört grup olmuşuz, en önde ben ve bir arkadaşım varız. Bir anda üzerimize kocaman bir araba geldi, bizi görmedi bildiğin. Arkadaşımın kolundan tuttuğum gibi bizi ormana attım, bildiğin ölüyorduk, ezilecektik. 
Sonra ben sessizce "Oha ya, lan ölüyorduk ha." derken, araba durdu. (gerilim müziği) Beni duymadıklarına eminim, burası Karataş oğlum, Adana'nın ilçesi yani. Adamlar ruh hastası, ilçe kendilerinin zannediyorlar. Hafif conolar, yolda yürüyüşleri, duruşlarını filan görsen... O yüzden, ben herkes susmuştur sanıyordum, hani araba bulaşmadan bize, geçip gitsin diye. 
Meğer sarhoş arkadaşımız "Sakin ol yaa..." demiş. Duymuşlar, durdular hemen. Aramızda sarhoş olan tek arkadaşımız, bütün ayıklar orada olmasına rağmen kaçmaya başladı! Lan hani sarhoştun sen? Bu nasıl bir kafa, ben altıma sıçıyorum adamlar bizi öldürecekler sopayla diye. 
Neyse, haberiniz olsun. Adana'da "kardeş" kelimesi her şeyi çözüyor... Gittik adamların yanına, "Pardon kardeş ya, size demedi." filan dedik. 4 erkek, 4 kız var, pardon biri kaçtı 3 erkek 4 kız... Hani adamlar nasıl duruyor biliyor musun, arabadan çıkıp ıslık çalsalar en az 46 kişi olurlar gibi. Adamlar da "Tamam" gibisinden bir şeyler mırıldanıp, sinsi sinsi gülerek gittiler. 
Daracık yolda yürümeye devam ediyoruz, bu arada hepimiz bağırıyoruz çocuğa. Aslında verdiği tepki haklı bir tepki ama bir anlasa, burası elit bir yer değil, insana saygı diye bir şey yok ki. 
Neyse, bu çocuk gitti sevgilisini aradı kafası güzelken. Yine ikişerli yürüyoruz, bu sefer yanımızdan motorlular geçiyor. Sığmışız harika bir şekilde, sorunsuz devam edeceğiz zannederken bu sefer de motorlular durdu. Yine aynı salak arkadaşımız telefonu kapatırken sevgilisine "iyi geceler avrat" demiş. Adamlar da durup "Bize mi diyor o lan?!" diye sordular. Yine aynı "kardeş" kelimesi, yine "yok kardeşim benim, sevgilisiyle konuşuyor." cümlesini söylerken ki ses titremesi, yine "valla bu sefer öldük." hissi... Adamlar da "ha tamam o zaman." diyip gittiler ama ben terledim yine.
Böyle bir yer işte Türkiye. Aynı şehrin bir ilçesi inanılmaz gelişmişken diğer ilçe çağ atlayamamış gibi. İnsanları yobaz, hepsi bir garip... üzüldüm ha aslında. 
Sonunda siteye vardık, dediler ki "çiğ köfte yiyelim." Bu arada, gece yenen yemeklerin tadına ayrı bir bayılıyorum... Hepsi kıçıma gidiyor ama olsun. Aradılar, "al sen konuş." dediler. Telefonu elime alıp "Merhabalar, çiğ köfteyle mi görüşüyorum acaba?" dememle, telefondaki adamın püskürerek gülmesi aynı anda oldu. Hayır yani, adam "evet" dese, konuşan çiğ köfte var bildiğin dünyada. Adam yarım saat güldü resmen, o güldükçe ben de güldüm. 
Yalnız var ya, ulan harbiden dayak yiyordum haaa... 


30 Nisan 2016

Elimde mikrofon, karaoke bardan bildiriyorum!

Beni az çok tanıyanlar, sesi iyi olan bir insandan kat ve kat daha fazla şarkı söylediğimi, kendimi sesi iyi olmayıp şarkı söylemeye aşık olanların öncüsü olarak gördüğümü, apartmanda olduğumuzu unutarak her gün odamdaki boş deodorant şişesini mikrofon olarak kullanıp karaoke yaptığım için apartmandan atılma tehlikesiyle baş başa kaldığımı, onca şikayete rağmen akıllanmayıp bu durum beni çok üzdüğü için artık her gece daha duygulu şarkılar söylediğimi bilir. O kadar şikayet gelmiş, şimdi popomu sallaya sallaya "wörk wörk wörk" demek olmaz! "Dayaaaan yüreğim dayaaan!" diyorum bizim alt ve üst komşuya ithafen! 
Dün gece karaoke bardaydım. Bunca şeyi anlattıktan sonra "Mekanı birbirine katmışsındır be Tolga!" diyorsan, haklısın! Gözlemlerimi, yaşadıklarımı madde madde yazdım, umarım artık karaoke barda ne 'yapmaman' gerektiğini anlarsın:
-Mekana girişimizle "Nereye geldik ulan!?" dememiz aynı anda oldu. Abartmıyorum, mekan bizim evin salonu kadar. Bizim evin banyosundaki duşakabin kadar bir köşede içkiler var, bir de akraba olacak derecede birbirine yakın sandalye ve masalar. 
-İlk 10 dakika "Girişte o kadar para ödedik, niye kimse eğlenmiyor yav!?" diye bir üzüldüm. Çünkü herkes mi oturur! Kimse ayağa kalkmıyor, sandalyede olduğu yerde sallanıyor millet. "Hadi Tolga," dedim, "Sen ki düğünlerin baş tacı! Sen ki pistten inmediği için gelin ve damattan çok düğün kamerasında çıkan bir danssever! Kalk ulan kalk!" Kalktım, eşsiz dansımı (!) sergilemeye başladım. Önce 3 kişi, sonra arka masadaki kızlar, yan masadaki erkekler, en arkadaki çift derken; bir anda bütün mekan coştu! Vallahi dj'den mekanı coşturduğum için bir tane hediye tekila shot beklemedim değil.
-Kapıda keşke "Gecenin solisti" yazmasaydı da "Gecenin katili" yazsaydı. O en sevdiğin şarkıların, sesi senden bile kötü insanlar tarafından katledildiğini görünce önce bi gülme geliyor, sonra "Lan! Ben severdim bu şarkıyı yahu..." diyorsun, sonra kendini "Huhuuuuv, yürü beee!" diyip alkışlarken buluyorsun.
-Arka masada şapkalı bir çocuk, ben dans ederken bana gülümsedi. "Önce," dedim, "herhalde masada gülüyordu, gülücük suratında kaldı, denk geldik." Aradan iki dakika geçti, bana içkisini kaldırdı. Ben de ne yapiyim, azıcık gülümsedim. Offf, şaka yapıyorum, 46 dişimle beraber gülümsedim hem de. En son sigaraya inerken merdivende nasıl yakın hissettiyse artık, "Hiii, sigaramı unutmuşum heyecandan." dedi... Sonra mekana girdik, ben bir köşede dans ediyorum, o diğer köşede kopuyor. Bir anda nasıl oldu ben yine anlamadım ama çocukla bildiğin karşılıklı dans etmeye başladık. Hedefim yakın olup "kanki" ayağına şapkasını çalmaktı ancak gecenin ilerleyen saatlerinde bir baktım, çocuğun şapkası bütün masalarda dolanıyor! Umarım, şapkalı çocuğun arkadaşı onunla dans ettiğim videoyu telefonundan siler... Bi o eksikti çünkü, bi milletin telefonuna "Work" şarkısında sınav yılında aldığım 9 kilonun kıçıma inmesiyle yaptığım twerk'ün düşmesi eksikti!
-Bizimkiler istek şarkı olarak Yıldız Tilbe'nin "Ben düşerken yükseklerdeeen, uçurumlara!" şarkısını vermişler. Ben de önce "Ay, oy, tey, utanırım ben." dedim, korkmayın sadece 3 saniye sürdü. En son kuzenimden mikrofonu hızla çekerek tizlere çıkıp "Şimdi senle hayat rüya, düşlerim gerçeeek!" diye söylemiş olabilirim! 
-Şapkalı çocuktan sonra ikinci bomba, bir kadının üzerime bayılması oldu! En arka masadaydı, yanında bir adam vardı, baya kopuyordu ilk gördüğümde. Sonra lavaboya gitti, benim de sırtım dönük girişe. Bir anda arkamda bi beden hissettim, "N'oluyo lan, kim götümü elliyor!?" diye bakmamla sırtımda sarışın bi kadını bayılmışla ayılmış arası görmem bir oldu! Tuttuk, kaldırdık, adam gelmeden kendisi yürüyerek en arkaya gitti. 
-Geri zekalı kuzenim dünyanın en iğrenç şarkısını vermiş listeye, "Mekanı coştururuz." diye düşünüp. Demet Akalın'ın şu "Etmesin üstüme gölgee!" şarkısı. Asla ve asla dinlemediğim halde ezbere bilmemi ayrı tutuyorum, mikrofonu alıp "Bu iğrenç şarkıyı seçtiği için kuzenime teşekkürü bir borç bilirim. Ha bi de, eğleniyoz muuu, oynuyonuz mu anaam!" diye bağırıp herkesi güldürmem de var. İçimdeki Tülay, Selahattin'ini arıyor sanırım!

Gözlemlerimle karşınızdaydım efenim. Yalnız... şapkalı çocuk ne yapıyor acaba, uyandı mı ki... 


7 Nisan 2016

Başlatmayın aşkınıza ulan


  İlk aşık olduğumda 10 yaşındaydım. O zamanlar, kutsallık derecesindeki bu mükemmel duygu; günümüzdeki rezillik derecesinde olan aşk şarkılarının sözlerine ve hepsinin arkasındaki "dıp tıss dıp dıp tıss" şeklindeki melodiye indirgenmemiş; tam tersine kalpte, sol yanımızda, yüreğimizde veya adına her ne diyorsan işte, göklere çıkartılmıştı.
   Ellerini tuttuğumda da 10 yaşındaydım hatta. "Sen ne anlarsın?"lara inat, "Daha çok küçüksün, bilmezsin öyle şeyleri." cümlelerine ithafen; bilmediğim bir tek beş vakit namazdı. Onu da hâlâ öğrenemedim ve de öğrenmeyeceğim ya neyse... Bilirdi, O'nun ellerini, kendi minik avuç içlerime alıp gözlerine baktığımda kalp atışlarının gözlerindeki yansımasını görürdüm, ezberlerdim, ezbere bilirdim. Birbirimize titrediğimizi belli etmemek için gözlerimizi kaçırmamız gerektiğini, sanki buranın büyük kuralıymışçasına benimsemiştik, bunu da bilirdim. Uyumadan önce, penceremizin önündeki, içine gül ekilmiş mavi saksıların tam ortasından bakıp ona 'iyi geceler el sallaması' yapardım, bak, bunu da bilirdim. Ben sana demedim mi 'sadece beş vakit namazı bilmiyorum' diye? Düzgün okusana şuraları!
   "Aşk için dayak yemeli aşk, o zaman aşk." şarkısı daha çıkmamıştı, belki de hiç çıkmayacaktı ama ben aşk için dayak yiyip bayıldığımda da 10 yaşındaydım. Kaan Tangöze'nin, Minik Serçe'nin şarkısını yorumladığı sıralardı, güneş batıyordu ve gün, her zamanki devinimi içinde yirmi dört saati tamamlamaya uğraşıyordu. "Ölmedim ama süründüm ulan" misali, kutsal bir duygu için dayak yedikten sonra mutlu olduğumu hatırlıyorum sadece; sonrası gri bir duman, arkasında sis olan kirli bir cam.
   Abisinin bizi görüp beni dövmesinden ve hastanelik etmesinden sonra, onun için dayak yediğim insanı bir daha göremeyeceğimi anladığımda da 10 yaşındaydım. Bak, hani "sen ne anlarsın?"dı? Hani "Daha çok küçüktün."dü? Hani "Bilmezsin öyle şeyleri." idi? Gel, sen de öğren, sana da öğreteyim. Bir sabah, yüzün gözün mosmor uyandığında kalbinin hâlâ deli gibi "o, ille de o, dayak yesem de sürünsem de o!" diye çarptığı sırada, mavi saksılardaki güllerin arasından bakıp evlerinin bir daha açılmamak üzere kapandığını gördüğünde yaşadığın bok duyguyu, umutsuzluğu, burnunun ucuna gelip gitmeyen sızıyı, boğazına dizilen kalp atışlarını ve daha çıkmasına yıllar olan 'değmesin ellerimiz'deki gibi "bitti mi hikayemiz?" hissini. Öğreteyim mi? İster misin? Sana soruyorum sana! 10 yaşında olduğumu hatırladığım her an, içime "olmasam da olurmuş." hissi doğar. Beni alır, yıkar, parçalar, parçalarımı yamuk yumuk birleştirir ve tekrar hayata döndürür. Döndürmese de olurmuş ama neyse. Bak, aynı his yine geldi, 10 yaşında olduğumu hatırladım ya, ondandır. 
   12 yaşında tekrar aşık oldum ben. 'Kendisine zeki diyen insan dünyanın en salak insanıdır.' misali, acaba kendisine 'aşık oldum yav ben zamanında.' diyen insan da hiç aşık olmamış mıdır mı aslında? Olmuştur olmuştur, bak ne güzel anlatıyorum şurda. 
   Aynı yerde, aynı zamanda, aynı Temmuz ayında, aynı sıcakta ve aynı güneşin aynı tepeler ardında batışını seyrederken... Şaka şaka, arkadaşlarımla köşe kapmaca oynarken, o da belki. Niye, oyun oynarken aşık olunmazmış mı oğlum, öyle bir kural mı var? Bal gibi de olunur, olundu, denendi ve onaylandı hatta. Peeh, sen daha uyu, bak elalemin yazarları ne deneyler yapıyor. 
   Kıskançlık duygusunu ilk hissettiğimde 12 yaşımın temmuz ayıydı. O içten içe iyi duygularımı kemiren, kalp atışlarımı gereksiz hızlandıran ve yüzümü inanılmaz şekillere sokan duyguyu bastırmak için; karşımdakinin de iyi duygularını kemirmesi, yüzünü gözünü değiştirmesi ve kalp atışlarını gereksiz hızlandırması için iadeyi duygu yaptığımda da 12 yaşındaydım. 
   O kocaman, dolu dolu iki yılda solup giden mavi saksıdaki güllerimizin yerine ekilen yemyeşil eğrelti otlarının arasından, her gece en az üç saat evimizin tam karşısındaki evlerinin, onun uyuduğu pencere kenarını seyrettiğimde de 12 yaşındaydım. Onun yatakta döndüğünü gördüğüm her an "ölmemiş, yaşıyor, ölmesin, yaşasın." hissini doruklarda hissedip şükürler çektiğimde de 12 idim. Kısacası, kaybetme korkusunu da 12'de öğrendim ben. 10'dakini kaybetmeye korkmamıştım, hep benimle olacak sanıp hata yapmıştım. Tecrübeliydim artık, bir musibet bin nasihattan gerçekten daha iyiydi, korka korka yaşamak en iyisiydi. Hem hiçbir şeyden korkmayan canlı mı olur be? Küstüm otu bile biz dokununca ağzına sıçıcaz sanıp kendini kapatıyor. 
   Aynı mavi saksılardan birini, gece, onun uzun bir süre dönmediğini fark edip "öldü mü? ölmesin!" korkusuyla yere düşürüp kırdığımda ve herkesi uyandırdığımda da 12 yaşındaydım. Annemden bir temiz dayak yemiştim. Bakın ben söylemiştim, "aşk için dayak yemeli aşk, o zaman aşk." diye. Minik Serçeee? Hadi, azıcık cesaretin varsa değiştirsene sözleri? Hı?
   Bana yalan söylendiğini fark ettiğimde de 12 idim. Temmuz değildi ama bu sefer, ağustostu. Bu yüzden, ne zaman ağustos ayı gelse ilk iki gün yataktan çıkmam, kendimi cezalandırasım gelir. yastığı kafamın tepesine koyup öyle uyuyasım gelir, üzülesim gelir anlayacağın. 'Gözüm kapalı güvenirim' dediğim sevdiğimden, gözlerimi kapattığım an sırtıma bıçak yediğimde de 12 idim hatta. 10 ile arasında iki yıl var sadece, hani "çok küçüktüm ben ya"?
   14 yaşında da aşık oldum ben. Günümüzdeki gerçeklik payı virgüllere kadar inen aşklara inat, en gerçeğini yaşadım hem de. İlk reddedildiğimde de 14 idim, reddedilip bıkmadan, usanmadan sevdiğimi söylerken de 14. Bulduğum her kalemle; elime, koluma, deftere, kitaba ismini yazacak kadar sevip, "aman başkaları görmesin, onun ismi bana özel kalsın." diye düşünüp onları sakladığımda da 14 idim ben. Başkasını sevdiğini bilip evde her gün 'bir şey olsun da sevmesin, ama çok üzülecekse sevsin, n'olur o üzülmesin' diye dua ettiğimde de 14 idim. 'Erkekler ağlamaz' şarkısına inat, karşısına geçip "niye ben değil de o?" diye hıçkırarak ağladığımda da 14 idim ben. Karşılık bulduğumdaysa 15. Bu da mutsuz bitecek sandınız di mi pislikler? 
   Beraber 3 koca yıl geçirdiğimde yaşsızdım ama. Kimi zaman çocuktum yanında, kimi zaman baba, kimi zaman kardeş, kimi zaman da dost. Sırdaşıydım, kan kardeşiydim, sevgilisiydim. Onun için kitap yazdığımda, binlerin okuduğu gazeteye ona olan aşkımı anlatırken de, onunla beraber üzülüp onunla beraber sevindiğimde, onu eve bırakmayı alışkanlık haline getirdiğimde de yaşsızdım. Gerçek aşk böyle mi acaba, e ben bu hikayenin neresinde dayak yiyeceğim şimdi? 
   Tek bir şeye inandım, tek bir şeyi kutsallık derecesine getirip hissettim ben. Gerçek aşk. Sonu kötü biten aşk. Hem sonu iyi biten şeye aşk mı denir be? Aşk dediğinin sonu mutsuz biter. Ya kavuşamazsın ya kavuşturmazlar, ya karşılık bulamazsın ya da bulduğun karşılık hayal ettiğin gibi çıkmaz. Sonsuza kadar mutlu yaşamaz kimse, birinden biri mutlaka diğerinden önce gider, kalan hissetmeye devam eder ya da etmez. Böyledir işte. Beraber de ölsen, aşkın da seninle birlikte ölür, yok olur, toprağın altından toprağın üstünde kalanlara "naniik naniiik" diye el sallar.
  Sonsuza kadar süren tek şey, her ne kadar artık azalıp yok olmaya yüz tutsa da 'aşk' gerçeği. 'Değişmeyen tek şey değişimdir' misali, süregele gele bir hal olan duygu da ''gerçek aşk' olacak. Ben, sen, belki de o; nasıl yaşadığını bilmediği, 'anlatılmaz yaşanır' dediği o kutsal duyguyu; belki bir resme, belki giriş gelişme sonuç'lu bir yazıya, belki de bir şarkıya indirgeyecek. Bak yine geldik mi "dıp tıss dıp dıp tıss"a? Aşkolsun size
   
   
   

28 Mart 2016

'Fal batağı'na tekrar düşen ben...

Sınav günü, sınav iyi geçince arkadaşlarımla konuştuk, "falcıya gidelim" dedik. Normalde kötü geçseydi benim yapacağım şey ağlaya ağlaya twit atmak, twit okumak, küfretmek ve google'da "lysde nisil çikilir" diye araştırma yapmaktı. Ama inanılmaz -ya da inanılır- bir şekilde iyi geçti ve ben sınav salonundan "2" işareti yaparak çıktım.
Neyse, sınav hakkında sonra konuşuruz. Biliyorsun, daha doğrusu artık tanıyorsun beni yani. Bana "sınav" hariç bir şeyler söyle, ilgimi anında dağıtabiliyorsun. Yani hiiiiç olamadım şu tip bi öğrenci: "Yaa, canım seninle çıkmayı çok isterdim ammmaa ders çalışmam lazım."
Aynen şöyle bi öğrenci oldum, oluyorum, olacağım: "Neeee, gezmeye mi gidiyoruz, kalk ulan kalk ders çalışmak neymiş yav!"
Konumuz bu değil.
7 kişi mi neyiz, yürümeye başladık. Bi kafede durduk, içeri girdim adamla konuşmak için. Hani 7 kişiyiz, falcı nasıl, toplu fal indirimi var mı filan diye soracağım. Benden en fazla 4 yaş büyük bi çocuk kasadaydı, muhtemelen o beni kendisinden büyük sandı ama olsun. "Biz fal baktırıcaz, falcı iyi bakıyor mu?" dedim. "Keşkem daha deminki müşteri gitmeyeydi de onlan gonuşsaydın, mühteşem bakıyor." dedi. Bu nasıl bi pazarlama olayı yahu? Çocuk önümde destur filan çekiyor bildiğin, "caaanım falcı, gussssursuz bi falcı, keşkem gitmeseydi o müşteri de bakaydınız soraydınız." diye. "Boşver falcıyı, sana 7 kişi getirdim, ucuza baksın söyle." dedim. O yerlere eğilen çocuğun içine bi anda ne girdi anlamadım, "Biliyonuz di mi, fal bi ihtiyaç deyil, zevk alıyonuz baktırırken." dedi. Zevk alıyormuşuz, te allam! "Heee, biliyoruz, ne olmuş ki?" dedim. "İndirim çoğ saçma o yüzden, gussura bakma kardaş." dedi.
Terbiyesiz! Biz de biliyoruz herhalde bi saçmalık olduğunu ama ne yapabiliriz. 7 tane sınav öğrencisiyiz, liseyi 4 yıl okuyup beğenmediğimizi fark edip bi sene de "Bi tekrar bakiyim yaaa!" diyip lise 5'i de okuyan gençleriz biz! Tüü sana!
Çıktım dışarı, çocuğa "Bi dakika bekler misin?" diyip. Beğenmediler mekanı da arkadaşlarım, kalktık baya bilindik bi kafeye gittik.
Garson geldi, sorduk falcıları. Bi sürü isim söyledi, içinde en 'yaşlı'ya yakın olanını seçtik. Evet, resmen salağız, "yaşlı isim mi olur" diyeceksin ama ne yapabilirim. Önce "Kerem, İzel, Tankut" filan dedi... Yani tutup da bunlara para bayılamam, kusura bakmasın. Bi anda "Nevin de var." dedi, ben hemen "O olsun o olsun!" dedim.
Falcı geldi, hani biz eğlencesine baktırırız, herkes herkesinkini duyar sanıyorduk ama kadın "dikkatimi dağıtmayın, sırayla gelin." dedi. Benim götüm atmaya başladı bildiğin. Ulan deli misin nesin, "İyi bi yer kazanacaksın, paran olacak, yurt dışına çıkacaksın." de, bitsin gitsin. -Yalan söylüyorum, bunları söylese kahveyi yüzüne fırlatacaktım-
En yakın arkadaşım baktırıyordu, kalktım yanlarına oturdum. Ve sıra bana geldi...
"Olan hep sana olmuş." dedi. Baktım şöyle, haklı.
"Bu kadar duygusal ve başkalarını düşünen birisi olursan kaybedeceksin, haberin olsun. Atmışsın hayatından bi sürü kişiyi, iyi ettin ama üzülmekten vazgeç artık." dedi. "Vazgeçtim ki zaten." diye yalan söyledim, "uydurma be! bırak artık geçmişini, önüne baksana sen!" diye bağırdı bana.
"Ailende kiminle iyi değil aran?" dedi, "babamla 10 yıldır küstük, barışalı 1 yıl bile olmadı." dedim. "Gitmen, iyi gelecek size." dedi.
"Gidiyor muyum ki?" diye sordum. "Gidiyorsun tabi. Al al, kart çek." dedi. Çektim. "Doktor falan mı olacaksın sen, beyaz önlüklü görüyorum seni." dedi. "Doktor, diş hekimi, ne olursa... olsun da biri." dedim. "olacak olacak, baksana şuna." dedi de karttan ben bir şey anlamadım.
"Bi kart daha çek." dedi, çektim. "Sen neden zekanın farkında değilsin?" dedi. "Nasıl yani?" dedim. "Manyak mısın sen, bildiğin hayvanlar gibi zeki çocuksun, ışığını kaybetme hiç, neyin umutsuzluğundasın sen?" diye yine bağırdı bana. Anacım, annem bana böyle bağırmadı ya...
"Ne yeteneğin var ya senin?" dedi. "Yazıyorum 7 yıldır, o mu acaba?" dedim. "Gider gitmez para kazanmaya başlayacaksın bu yeteneğin sayesinde." dedi. "Sana birisi aracı olacak ama, öyle başlayacaksın para kazanmaya." dedi bir de.
"Beş harfli biri var." dedi. "Garip isimli böyle, nereli ulan bu, kim bu ya seni bu kadar üzmüş?" dedi. "Birisi işte, boş ver." dedim. "Buralı da değil, lan bak dikkat et." dedi. "Aaa, anladık orayı, eee?" dedim.
"Beyaz önlüklü bu da, vayyy!" dedi. "Sen salak mısın, sen güçlü bir çocuksun, ne diye kendini üzdün lan bu kadar?" dedi. "Boş ver." dedim.
"Hayatına girecek ama haberin olsun." dedi. "O da fena ama haa. Evine girip çıkacak sürekli. Ben senin yerinde olsam paralarını yer bırakırdım, hahahayyytt!" dedi. Manyak kadın ya, gülmekten ağladım lan kdhdjd. "Fena ki hem nasıl... üzme kendini bu kadar ulan, deli misin nesin. Otur ders çalış, sınavın da iyi, at kapağı oraya." dedi.
Neyse, fal bitti, ben tam kalkıyorum, "tanınacaksın sen, hazırlan yepyeni bir hayata." dedi. Bi anda da "Sana numaramı versem, bana bunlar olunca arayıp 'oldu be Nevin abla' diyip sevincini anlatır mısın?" dedi. "Olur tabi, verirsen ararım eylül gibi." dedim. Verdi.
Hiçbir arkadaşıma numarasını vermemişti, hiçbirine bağırmamıştı... Çok merak ediyorum dedikleri gerçekten çıkacak mı diye, yaşayıp göreceğim artık.