27 Şubat 2016

İlkokul dönemimi silmek istiyorum!

Elime sihirli bir değnek verseler, "Bu değneğin ucunu beynine dokundurunca unutmak istediğin bazı şeyleri silebilirsin." deseler, hiiiiç düşünmeden ilkokul hayatımı silerdim. Doğdum, yedi yaşına geldim, aaaa, bir de baktım ki 15 yaşındayım ve lise başladı! Aradaki 8 sene "tiri viri fan fon"!

402 no'lu sınıf bizi görse, kendinden utanırdı be!
Kendi sınıfım diye söylemiyorum, 60 kişi olması bir yana, 60 farklı kişilik barındırmasıyla da Türkiye'nin nadide sınıflarından biriydi bence! Sınıf defterini evine götürüp liste sırasını ezberlemeye çalışanlar mı; aşağıda arkadaşlarıyla akşama kadar 'yedi kule' ve 'yirmi bir aylık' oynamak için, içinde çalışma kitabının cevaplarının olduğu öğretmen kitabını çalmaya çalışıp yakalananlar mı; "Ben aslında periliçeyim de size söylemiyorum." diyenler mi... Böyle bir ortamda siz de onlara ayak uydurmak için (!) normal kalamıyorsunuz, o yüzden bundan sonra yazacağım şeylerde verdiğim tepkileri mazur görün, hoş görün ve beni okumaya devam edin!


Hani her sınıfta olur ya...
Böyle yazdığıma bakmayın, kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Sanmıyorum ki her sınıfta kendisine "Ben uzaylıyıııım, bööö!" diyen bir Doğukan olsun! Ve yine sanmıyorum ki, kendisine 'uzaylı' diyen bir çocuğun karşısına geçip "Doğukan yaaa, hadi bana uzayda neler yaptığını anlattt!" diyen bir ben olsun!
Doğukan yakın arkadaşlarımdan biriydi. Gözlerini büyük gösteren gözlükleri vardı, bir de o yıllarda oldukça zor bulunan dijital bir saati. Fiziksel özellikleri aklımda çok kalmamış. Ancak kişisel özelliklerini tek tek sayabilirim, tam 10 yıl geçmesine rağmen hem de!
Doğukan sınıfımızın "saatçibaşı"ydı. "Öfff, puuufff, kaç dakika kaldı yaaa?!" sorusuna anında ve tam cevap vermesiyle ünlüydü. "21 dakika 22 saniye kaldı." ve "Son 7 saniye!", onun ünlü kalıplarından sadece ikisiydi. Kendisinin hesapladığı zaman çalmazsa bir anda sinirlenir, sıradan fırlar, "Hocam çalması lazım ya!" derdi. Hatta birkaç kere müdür yardımcılarına "Siz nasıl hata yaparsınız?!" diye bağırmışlığı bile var!

Pazartesilerden nefret ediyorum!
Günlerden pazartesi. Sabahçı kuşak olduğumuz için okula ağlayarak geliyoruz. Ya da daha doğrusu 'geliyorum'! Ama ne yapayım, gökyüzünde ay dede varken ben servis bekliyordum!
Sırama oturmuşum, bir yandan esniyorum, bir yandan etrafı seyrediyorum. Kafasına geçirdiği kapüşonu ve hızlı hızlı yürümesiyle, bakar bakmaz 60 kişinin içinden anında seçebileceğiniz Doğukan sınıfa girdi. Sınıfı şöööyle bir seyretti ve esnemekten gözlerinde yaş kalmayan bendenizin yanına doğru koştu! Yanıma varınca kulağıma doğru eğildi ve hayatımın en büyük travmalarından birisi olacak o sözleri kulağıma söyledi: "Yarın sabah, dokuz buçukta, bu sınıfta, çok büyük olaylar olacak. Uzaylılar her yerdeeee...."
Az önce esnemekten gözyaşları döken ben, bu laftan sonra korkudan ağlamaya başladım! Bir de kurgu yapmayı seven bir tip olduğumu da eklersek, en son, dünyamızın Güneş boyutunda bir uzaylı tarafından şapur şupur yeneceğini ve hepimizin o kocaman uzaylının dişlerinde birer 'insan şeklinde yemek kalıntısı' olacağımızı bile düşündüm...

'Arkadaşını satan pis arkadaş' olmayacağım!
Eve geldim, gözlerim kıpkırmızı. Okulda "Niye ağlıyorsun?" diye soran herkese "Hastayım, kolumu vurdum, gözüme bir şey kaçtı." şeklinde yalanlar söylemişim, evde de anneme "Yolda gözüme toz kaçtı." diyeceğim diye planlamışım. 
Ancak annemi görür görmez salyamı sümüğüme katarak öyle bir ağlamaya başladım ki, kadıncağız ne yapacağını şaşırdı! "Ne oldu?" diye soruyor, yalan da söyleyemiyorum! En sonunda söyleyiverdim:
"Yarın sabah dokuz buçukta çok kötü şeyler olacakmış." dedim. "Nerden biliyorsun oğlum?" diye kırk beş kere sordu. "Doğukan dedi." desem, 'arkadaşını satan pis arkadaş' olacağım, o yüzden "Hiiiç, öyle hissediyorum yaa!" dedim ve kendimi odama kapattım. 

Büyük gün... 
Günlerden salı, saat dokuzu yirmi iki geçiyor! Bilin bakalım, kim bütün gece ağlamaktan uyuyamadı, kim tüm insanların 'insan şeklinde yemek kalıntısı' olacağını düşünüp hıçkırdı, kim uzaylı görünce insanların yaşayacağı o büyük şoku düşünüp tıksırdı?! 
Doğukan tam önümdeki sırada oturuyor ve gözüm sürekli onun kolunda! Saat dokuzu yirmi dört geçiyor. 
"Altı dakika sonra bu dünyada hiç kimse kalmayacak. Olamaz yahu, öğretmenim, canım arkadaşlarım yok olacak. Hiii, annem de yok olacak di mi, olaaaamaaaaaz!" diye içimden geçirirken; kendimi rasyonel sayılarda bölme işlemi anlatan öğretmenimin yanında zırıl zırıl ağlayan, bir yandan da yerleri tekmeyelen bir Tolga olarak buldum! 
Pazartesi günkü ağlamam da neymiş... Yerden yere atıyorum kendimi, renk değiştiriyorum resmen! Bütün sınıf şokta, öğretmenimin dili tutulmuş, Doğukan bile beni bembeyaz olmuş bir vaziyette korkarak seyrediyor! 
Ağlamam biraz azalınca öğretmenimin "Ne oldu Tolga?" dediğini duyar gibi oldum ve anlatmaya başladım: "Saat dokuz buçukta heppppimiz ölücez örtmenim, kocaman bir uzaylı hepimizi yiceeek, ühüüüü!"
Saat dokuzu yirmi dokuz geçiyor. "Kim dedi sana böyle olacağını?" diye soran öğretmenime, evde "Arkadaşını satan pis arkadaş olmayacağım!" şeklinde düşünmeme rağmen muhteşem bir koyvermişlikle "Doğukan dedi yaaaaa!" dedim. Herkes sustu...

Sonrası hüzün, gözyaşı...
Saat tam dokuz buçuk. Bu sözlerden sonra oluşan o sessiz ortamda dijital bir saatten "dididiiit dididiiit" diye sesler geliyor. Tüm gözler Doğukan'da. Sevgili öğretmenimiz de onun yanında ve onun çok sevgili elleri Doğukan'ın önce kulağında, sonra sırtında, sonra suratında...
Meğer geri zekalı Doğukan sadece alarmını ayarlamış, dünyayı uzaylılar filan yemeyecekmiş, biraz 'heyecan yaratmak' istemiş!
Ucuz kurtulmuşuz yani... 

14 Şubat 2016

Bitmeyen Çilem: 14 Şubat Laneti!

Zamanında Valentine isimli bir papaz ve onun çok yakın 'kanki'si, hükümdarın sözünü dinlemeyip insanları evlendirmeye devam etmişler deee, Valentine hapishaneye atılmış daaa, yanına Julia isimli güzel mi güzel kör bir kız gelmiş deee, kızın gözleri bizim Valentine'in yanında görmeye başlamış daaa! Gözlerinin görmeye başladığı gün ve Valentine'in ölüm günü 14 Şubat'a denk geliyormuş daaa, bilmem ne deee! Ne kadar dokunaklı. İçim sıkıldı vallahi.
14 Şubat'ın gelişi her sene dünyada 'Sevgililer Günü' olarak kutlanırken, bende ve geneli yalnızlardan oluşan çevremde 'yeni küfür kombinasyonları üretme günü' olarak kutlanıyor.
Vay başıma gelenler!
Kıskançlık mı dersiniz, imrenmek mi; bilemeyeceğim. Ama 14 Şubat'ı güzel geçiren insanları hiiiiç sevmiyorum!
"14 Şubatlarım" ya da "Genç Tolga'nın Acıları" diye kitap çıkarsam, 'trajedi' türü altında film olarak çekme teklifi gelir, eminim.
Eskilere doğru ilerleyelim. Aklımın ermeye başladığı zamanlarda, ergen olarak yaşadığım ilk 14 Şubat'ta Muazzez Ersoy'un torunu tarafından terk edildiğimi söylemek istiyorum. Kendisi bana, sevgiliyken "Mükemmel bir enerjin var, iyi ki varsın kanka yaa! Kanka olalım biz." dediğinde suratımın aldığı şeklin Yetenek Sizsiniz'deki "Sevdiğim kız bana 'abi' deyinceee!" diyen Bilal'in aynısı olduğunu anlamışsınızdır bence!
Bir diğer 14 Şubat'ta kız arkadaşımla sinemada neyime güvendiğimi bilmediğim bir şekilde korku filmine gittiğimi, ancak on altıncı dakikadan sonra kızla el ele tutuşmak yerine korkudan beyaz renge dönüşüp filmin neredeyse hepsini koltuğun altında izlediğimi, kız bana haykırarak güldüğü için salondan şikayet geldiğini ve en sonunda atıldığımızı da belirtmek istiyorum. Böyle bir ilişki de yürümez malumunuz!
Ya da bir başka 14 Şubat'ta annemden aldığım haftalıkla her gün tavuk döner yediğimi, malum gün geldiğinde parasız kaldığımı, aklıma çiçek almayı unuttuğum geldiğindeyse Özal'daki yaşlı, gariban ancak her şeyin farkında olan psikopat teyzenin bana özel 'zam' yaptığını ve benim insanlardan birer lira toplayarak çiçek aldığımı da söylemek istiyorum. O çiçeği sevgilimin görmemesi de ayrı tabi.
Bu kadar şey yaşamışken kimse bana bu günün Sevgililer Günü olduğunu iddia edemez! Bunun neresi Sevgililer Günü yahu? Delirtmeyin beni!
Yazmazsam olmaz, büyümez çiçekleriiiim!
Ne yalan söyleyeyim, 14 Şubat'ta yalnız olmasaydım bu yazının gidişatı farklı olabilirdi. İnsanların birbirlerine yaptıkları sevgi gösterilerini kötülemek yerine, ben de onlara uyabilirdim. Ancak, anlayacağınız üzere dipteyim, sondayım, depresyondayım ve yalnızım!
Bu yıl da Rezzan Kirazvari yaptığım gözlemlerle sizlere 'Sevgililer Günü Gerçekleri'ni anlatmak istiyorum:
-Yeni moda mı anlayamadım ancak bugün sokaklar kalpli balon kaynıyordu! Kusura bakmayın beyler, ancak çok sevgili nenem onları en fazla 3 saat evinde tutar. Sonra "zibil" diyip atar! Balon, balon olalı böyle zülum görmedi.
-Mekanların 'sevgililer gününe özel fiyat'larını gördükçe ağladım, hatta şükrettim! Bir Adanalı olarak kişi başı o kadar para vereceğime en kral kebapçıya gider, ortaya lahmacun bile söyler, mezeleri üç kere tekrarlatırım be! Yalnızlık insana neler söyletiyor, içimdeki Adanalı; içimdeki romantizmi soğan kokusuyla öldürüyor yahu.
-'Sevgililer Günü'nü en kolay nasıl atlatırız?' diye düşünen beyleri de sosyal medya mahvetti! Eskiden olsa, beş liraya kalpli kutu alıp, içine yirmi beş kuruşluk on tane Petito doldurur, bir de kalpli zarfa Cemal Süreya şiirleri koyduk mu, oldu da bitti maşallah! Ancak kim yaydı bilmiyorum ama artık kızlar bunu yemiyor, sil bu hediyeyi aklından sil!
-Bir de sokakta gördüğün çiftler var. "Olan vaar olmayan vaaar, kıskanırlaar!" demek istediğin; ahtapot gibi sarılan, çocuklar gibi şen, mutlu, hatta fazla mutlu, baya baya mutlu... Hah, bakma onlara, çevir kafanı çevir!
Hepimizin Sevgililer Günü kutlu olsun. Yalnızların, başı bağlıların ya da 'ilişki var gibi' olanların da. Yalnızlar için diyeceğim tek şeyse 'Çare Yıldız Tilbe'. Reklamıyla duygularımıza tercüman oldu vallahi.

8 Şubat 2016

Bir patlama anında yazıldı, imha edilecek

Dün bir olay yaşadım. Ancak sindirebildim, kendime gelebildim, boğazımdaki yumruyu yok edebildim. Aslında edememiş de olabilirim. 
Gecenin bu saatinde yazı yazacak kadar üzülmekten de, insanlara kişiliğimin çok azını göstermekten de, annem ve babamdan başka insanların hayatıma yorum yapma hakkını kendilerinde görmelerinden de, verdiğimin imajın doğru veya yanlışlığından da... kısacası şu an pek çok şeyden nefret ediyorum. 
Seninle de 4 yıldır beraberim. Burayı önceleri sadece anılarımı yazıp gülmek için kullanmayı planlarken bir anda duygu patlaması yaşadığım anlarda en büyük destekçim oldu. Düşünsene, karşında bir varlık var, sadece sen konuşuyorsun ve o her şeyi dinliyor. Sonra, seni hiç görmeden seven binlerce insan var. Moralin bozulduğunda fark edip sana mesaj atan, merak eden... Şu sitedeki en mutlu an'ım sanırım şu yorumu okuduğum zamandı: "Umarım her zaman çok mutlu olursun. Ben üzüldüğümde seni okuyup gülümsüyorum çünkü." Mutluluktan ağlamıştım. Birini böyle mutlu edebildiğim için. Ben de çok mutlu olduğum için.
Bugün hep eskileri hatırladım, bu yazıyı da birkaç gün sonra silerim sanırım.
İlkokulum hatırlamak istemeyeceğim kadar korkunç geçti. İnan bana, o yaşta bir çocuk bu kadar şeyi kaldırabilir miydi bilmiyorum.
Liseye kadar hep yalnızdım. Hep. Yedi sene bir okulda okudum, son sene okul değiştirdim. İlk okuduğum okulu da, son sene gittiğim koleji de hatırlamak istemiyordum ancak bazı şeyleri yazarak anlatmak, gerçekten unutturuyor.
Garip bir çocuktum. Ne yalan söyleyeyim, hâlâ öyleyim sanırım. İnsanlar beni pek sevmezdi. Hatta hiç sevmezlerdi.
Hani gördüğün, iletişim kurduğun insandan negatif elektrik alırsın. Konuşasın gelmez, o konuşunca yüzünü buruşturursun. Yanlışlıkta ortamına girdiyse, ortamından çıktığı an arkasından saydırırsın, dedikodusunu yaparsın. Ne bileyim, bir türlü sevemezsin işte. Sana ya fazla gelir, ya da az; her şeyini aşırı bulursun. Laf sokasın gelir, o bir şey söylediği an bozasın gelir, yalancı çıkarmak istersin. Çıkarırsın da bazen, bunu herkese gururla anlatırsın. Hah, işte o sevilmeyen insan bendim. Gerçekten bendim.
Bunu yedi sene boyunca her saniye anladım. Anlayamadığım bir şekilde üzerimde bir iticilikle yaşadım sanırım.
Bunu bir öğretmenim fark edip annemi aradı işte. "Gitsin bu okuldan," dedi, "ona iyi gelmiyor burası."
Gittim.
Sana da oluyor mu? Böyle bazı olaylar oluyor, sanki ilerideki olay için bir ön hazırlık gibiymiş de o yüzden olmuş gibi geliyor. Her şeyi, ileride planladığın şeye bağlayasın geliyor. "O olay oldu, bak yukarıdaki de böyle olsun istiyor!" diyorsun. Hah! Aynısı oldu bana da.
Sınavdan aldığım yüksek puan sayesinde, bütün özel okulların kapısı açıldı. Bütün yaz annemin telefonu susmadı, hayatımda ilk kez bu kadar ilgi gördüğümü hatırlıyorum.
Peki, ben ne yaptım? En iyileri dururken, adı belalarla hatırlanan, şehrin bilmem neresinde olan bir okula, sırf "Kuzenim de yazılıyor, yalnız kalmam." düşüncesiyle yazıldım. İlk büyük hatamı orada yaptım. İkinciyi az sonra anlatırım.
Özel okula yazıldığım hafta bir anda her şey tersine dönmeye başladı. Yazılana kadar ağzım kulaklarımda gezerken yazıldığım hafta önce şu hayatta bana en çok benzeyen insan, dedem rahatsızlandı, daha sonra anneannem... Daha bunları sindirememişken, babam işten çıkarıldı. Annem annesine mi üzülsün, hastaneye gitsin; iş mi arasın diye şaşırdı.
Tokat gibi geldi bunlar. Sonrası yumruk olacaktı, o ayrı.
Kafamdaki özel okul sonsuz İngilizce eğitimi, kapalı halı saha ve belki yüzme havuzuyken, korkunç bir manzarayla karşılaştım.
Bazı diziler var ya, kolejlere gelen burslu tipleri konu alan. Onların bir kısmı doğru.
Kibrin, zenginliği göstererek yaşamanın çirkinliğinin, kendini beğenip böbürlenmenin en çirkin anlarına şahit oldum.
Bir gün, hayatımda unutmayacağım anılardan birisidir bu, sınıfa girdiğimde bütün resim dosyamın içindekilerin dışarıda olduğunu fark ettim. Bütün boyalarım kırılmış, kağıtlarım yırtılmış, dosyam paramparça. Yarısını benim oturduğum sıranın üstüne koymuşlar hatta parçaların, nispet yapmak için.
İlk kez o zaman ağlamıştım dayanamayıp. Sevmediklerini, küçük gördüklerini biliyordum ama böyle bir şeyi beklemiyordum. Daha doğrusu hak etmiyordum. Zaten insanlar bir şeye üzüldüklerinde hak etmedikleri için üzülüyorlar, onları üzen kısmı bu. "Ben bunu hak etmiyordum, ben ona böyle yapmadım, ben iyiydim..."
Ağlaya ağlaya toplamıştım. Ağladığımı görmesinler, sevinmesinler diye hızlı davranmıştım hatta.
Nasıl bir psikoloji biliyor musun? Hayatında çocuğunu ezdirmeyen bir annen olduğunu düşün. Ama annenin ilk kez güçsüz kaldığını gördüğünü, hissettiğini, "Aman bir de benimle yorulmasın, zaten başında kırk tane dert var." dediğini. Bu yaşadıklarımı anlatsam okulu birbirine katacak kadına hiçbir şey anlatmadım. Anlatamadım. Hep içime attım.
Yine unutamadığım anlardan birisi. Özel okul ya, yeni yıl partisi var, bütün öğrenciler toplanmış. Üç tane mekan adı söylendi, hangisinde yapılsın diye soruluyor. Yeni yıl anlayışım kuzenlerimle olmak olduğu için hiçbirine parmak kaldırmadım. Ve ordan birisi "Tolga parmak kaldırmadı." diye bağırdı. Sonra da ekledi. "O kapısından bile giremeyeceği yerlerin adını bilmediği için parmak kaldırmamıştır."
Ayağa kalktım, dışarı çıkmak istediğimi söyledim ve çıktım.
Ağladım ama yemin ederim ki o an çocuğun dediği şeye değil. Milyonlarca insan var, o ismini bile hatırladığım mekanlara girmeyi bırak, evi bile olmayan. Böyle şeyleri asla takıp üzülecek birisi değilim. Bir dönem işte, kıt kanaat yaşamam gereken bir dönem. Neden üzüleyim? Asıl koyan, bunu neredeyse yüz kişinin önünde yapması, insanların kafayı bana doğru çevirmesi ve bir anda ortamın sessizleşmesi olmuştu. Buna ağlamıştım, başka hiçbir şeye değil.
Bir kere de hepsi toplanıp müdüre "Bizden zorla kalem istiyor." demişti. Dersin ortasında çağrılmıştım. Müdür kendi kalemlerini uzatmıştı, "Niye arkadaşlarından istiyorsun, al ben sana benimkileri vereyim." diye. Neye uğradığımı şaşırmıştım.
İnsan denilen varlıktan her şeyi bekleyin o yüzden. İğrençlik seviyesi belli olmuyor.
Her gün dua ediyordum. Ya sonsuz uykuya dalmak için ya da her şeyin bitmesi için. Ve bitti...
O yaz, hayatım hiç düzelmeyecek gibi geliyordu. Hep o "istenmeyen insan" olarak kalacağım, hep yalnız, kimsesiz, sevilmeyen, inek, ya da pardon "ezik".
Bana bu kadar şey yaptılar, yine suçu kendimde aradım. Ben yabaniyim dedim, ben insanları itiyorum. Ben buyum, benim arkadaşım olamaz ki, beni sevemez kimse. Kafamda kendi hakkımda kurduğum senaryo buydu.
Sonra lise başladı. Dönüm noktam.
İnsanlar beni seviyordu! Dünyanın en tatlı arkadaş grubuna girmiştim. Sevildiğimi hissediyordum.
Biliyor musun, insanı ayakta tutan en büyük şey bu duygu işte, sevildiğini hissetmek. Arkanda birilerinin olduğunu bilmek. Kötü anında arayacağın, "gel" diyeceğin dostlarının olduğunu fark etmek. Lan çok güzel!
Altıncı sınıftan beri günlük tutuyordum. Yazmaya başlama hikayem de yaşadıklarıma tersti ama olsun.
Yazılılarımıza ne zaman kompozisyon girdi, o zaman bir şeyler yazmak istediğimi fark ettim. İlk konumuz "Nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsunuz?"du.
Bana bırakılan yarım sayfayı doldurup, fazladan kağıt istemiştim. Bütün derslerim çok kötüydü, teşekkürü bile bir puan fazlayla almıştım ama Türkçe yazılılarını iple çekerdim yazmak için.
Yazılıdan sonra öğretmen sınıfa okumamı istemişti. Daha sonra temize çekmemi söyledi, okulda panolara asacakmış diye. Düşünsene, o yaşta bir öğrencinin yazısı, şiirini ya da çizdiği resmi panoya asılsın; sanki kendisinin eseri değilmiş gibi her teneffüs durup seyreder, aynen öyleydim!
Günlük tutmaya başladım sonra. İlk başta "Bugün kahvaltıda peynir ekmek zeytin yedim."ken daha sonra "Allah Burcu'nun belasını versin, hayatımıza karışmasından nefret ediyorum."lara geçmiştim. Korkumdan, her biten defteri otoparkın oraya gömdüm. Hâlâ oradalar.
Bir tek o kolej zamanı yazmayı bıraktım işte. Keşke bırakmasaydım. En büyük pişmanlıklarımdan birisi bu da. Belki daha güçlü hissedebilirdim ama güç sınırımı aşmıştım artık.
Hep hayal kurardım. Gazetelerde yazım çıkmış, kitap çıkarmışım, beni okuyan ve takip eden insanlar var, imza günleri yapıyorum, iyi bir oyuncu olmuşum, senaryolar yazıp kendi yazdığım dizide oynamışım.
Lise bu yüzden dönüm noktam işte. Hem bana bir sürü dost verdiği için, hem de hayallerime kocaman bir adım atmamı sağladığı için.
Gazetede yazdım, bir kitapta yazdığım yazılar çıktı, insanlar beni okudu, sevdi, merak etti, benimle beraber güldü, sinirlendi. Daha güzel ne olabilir?
Bu kadar yalnız kalıp birden arkadaş bulunca da dünyanın en sadık arkadaşı olmuştum. Çok fazla sevdiği için maalesef kıskanç, kendinden çok karşısındakini düşünen, hafif deli ama dozunu iyi ayarlayan biri işte.
Yaptığım iyilikleri söylemekten nefret ediyorum ama dün söyledim işte. Değer verdiğim herkesin kötü anlarında yanlarında olmaya çalıştım, çok fazla dert dinledim ve hatta onların dertlerine üzülmekten neye uğradığımı şaşırdım. Onlar için bir sürü şeyi erteledim, uzattım, zamanım olmamasına rağmen yoktan var ettim, koştum. Neden? Bunu yapmayı seviyordum çünkü, iyi bir dost olmak gerçekten çok güzel olduğu için.
Önce belki de aralarında bir zamanlar en çok değer verdiğim insan gitti. Benden uzaklaşmasını uzun uzun seyrettim. Ne yaptığımı bilmeden özür dileyip durdum. Barıştığımızda sarılıp ağladım. Sonra bir daha gitti. Bir daha. "Bir daha" dememe gerek yok sanırım.
Herkes bana kızıyordu, üzülmemem için ellerinden geleni yapıyordu. Çok üzüldüm ama atlattım bir şekilde.
Sonra diğeri. O da bir anda oldu.
Sonra diğeri, diğeri derken, gerçekten dost dediğim üç insan yanımda kaldı.
Önceleri, bu gitmeleri kendime bağladım. İlkokuldaki o "itici insan"a mı dönüşüyorum acaba dedim. Sonra şunu fark ettim. İnsanların işine yaradığınız sürece varsınız, sonrası yok. Daha doğrusu bazı insanların.
Çuvaldızı hep kendime batırdım. Hep haksız olduğumu söyledim, hatalarımı sorguladım. Kimisinde buldum, kimisinde bulamadım.
Şu an bile bazı şeyleri soruyorum beraber yaşadığım insanlara. "Ben çok mu hata yaptım?" diye. Eğer aldığım cevap "evet" olsa yemin ederim ki buraya kocaman hata yaptım yazardım. Neleri yazdım, bunu mu yazmayacağım?
Dün bir mesaj aldım işte. "Sen böylesin işte. Onların hepsi gitti. Ama sen hep tencerenin dibini sıyırır gibi kendini sıyırdın. Yeni bir hayat kuracağım diyorsun, yanında kimsen kalmadı ki bir şeyini paylaşacağın. Dost dediğin birilerini hep arayacaksın ama bulamayacaksın hiçbir zaman. Biraz da kendinde arasan bir şeyler, suçu onlara atmasan. Yalnızsın işte. Sen bu kadar değersiz misin?"
Tam hatırlamıyorum ama buydu teması.
Kaldım öyle. Lan ben bunca şey yaşamışım, suçu kendimde araya araya bir hal olmuşum, en son aynada kendime bakıp "ya ben niye böyle şeyleri diyorum kendime" diye ağlamışım. İnsanlara niye suç atayım?
Bu arada bunların hepsini ben "O insanları iyi hatırlamak istiyorum, konuyu kapatsak." dediğim için yazdı.
Yazdığı hiçbir şey beni yansıtmadığı için, yazdıklarına zerre kadar üzülmedim. Sadece verdiğim imaja üzüldüm. Ben bu değilim, böyle tanınmak kötü ve ben kötü biri değilim ki.
Zaten eğer ben bu kadar kötü olsaydım o gidenlerin çoğu neden hayatıma tekrar dönmek istesin ki? Keşke kindar biri olsaydım diyorum bazen, sonra da bir sakin ol diyorum bu durumlarda.
Sonuç olarak, üzüldüm ama şu an çok daha iyiyim. Yazmak çok güzel.
Yazının sonuna kadar gelebildiysen, gelemediysen de fark etmez, okuduğun için teşekkür ederim. Bir anlık patlama noktasıydı, en fazla 2 gün içinde kendini imha edecek bu yazı.
İyi geceler kocaman.



5 Şubat 2016

"Feysbuk" alfabesinin bendeki korkunç etkileri!

Arkadaşlarıma gururla söylediğim bir laf vardır: "Benim ergenliğim sizinki gibi ağır geçmedi, çok şükür!"
Sondaki 'çok şükür' diye okuduğunuz ve benim de şuursuzca söylediğim kelime grubuna dikkat etmenizi istiyorum. Tamamen yalandır, kocaman bir palavradır, 'yalandan kim ölmüş ki'dir!
Bu lafı böyle gururla söylememin tek sebebi, bizim kuşağın o yıllarda sosyal medyada alfabemizdeki yirmi dokuz harfin sadece yirmi bir tanesini kullanmasına rağmen; ergenliğine daha yeni girmiş, bu yeni 'sosyal medya dili'ni çözmeye çalışan bir garip bendenizin alfabedeki harflerin tamamını kullanmasıdır.

Feysbuk, feysbuk; her gün aradım durdum!
Sosyal medyayla tanıştığımda 11 yaşında filandım. 11 yaşına kadar bilgisayar ve internet namına bildiğim şeyler mayın tarlası oynamak, Grup Hepsi şarkıları dinlemek ve o hazır daireleri, kareleri kullanarak bana göre 'Siz sanattan ne anlarsınız!' türünde, başkalarına göreyse oldukça anlamsız resimler yapmaktı. 
Ancak okulda herkesin dilinde "feysbuk"un olması, sosyal medyayı öğrenmeye dair duyduğum ihtiyacı artırdı. 
Dayanamadım, annemden bir milyonumu -o zamanlar milyon vardı!- kaptığım gibi kendimi evimizin arkasındaki internet kafeye attım.
Artık ben de hazırdım. "Ayşe, fotoğrafımı gördün mü, 6 kişi beğenmiş. Kıs kıs kıs!" ya da "Duvarıma bi' şeyler yazsana yaaaa!" sözleri bana da yabancı gelmeyecekti.
Üye oldum ve artık ben de bir "feysbuk" sakiniydim.
Hiçbir şey anlamadığımı belirtmek isterim. Ekran bana bakıyor, ben ekrana bakıyorum; nereye tıklayacağım, nereye basıp o fotoğraflara ben de bakacağım, hiçbir şey bilmiyorum! "Feysbuk" sakini gibi değil de, turisti gibi duruyorum yani!
En sonunda kurcalamaya başladım. Nasıl bir şeydi böyle? Oyunlar vardı, testler vardı, küçük bir ergenin eğlenmesini sağlayacak bir şeyler vardı. 
İlk bulduğum şeye tıkladım.
"Hangi hayvansınız?" testi...

Hayatında matematik testi çözmemiş ben, test bağımlısı oluyordum!
Çok pişmanım! Tıkladığım için değil, testi sanki gerçek bir soru bankası çözer gibi pürdikkat çözüp sonucuma gururla baktığım ve üstüne üstlük bunu "At çıktım, boyum uzun diye herhalde!" yazıp duvarımda paylaştığım için.
Sonrası mı? "Hangi hayvansınız?" testi bitince "Hangi Sihirli Annem karakterisiniz?", "Hangi meyvesiniz/sebzesiniz/süper kahramansınız?" ve hatta "Hangi baharatsınız?" testleri ve benim bilgisayar faresiyle olan büyük aşkım... Okulda ders dinlemeyen, evde tek bir soru bankası olmayan ve toplasan o zamana kadar iki tane bile test çözmemiş olan ben, o gün, bir milyonumla açtırdığım masamda bir saatlik sürem bitince "Testlerim yarım kaldııııı! Ühüüü!" diye hıçkıra hıçkıra ağladım.
O günden sonraki her gün annemden bir milyon alıp o internet kafeye gittiğimi ve test çözdüğümü söylememe gerek yok sanırım. "Feysbuk"ta bulunma amacım buymuş gibi hissediyordum, fotoğraf paylaşmaktan ziyade hangi hayvan olduğumu paylaşmak filan gibi yani!
Ancak rahatsız olmaya başlamıştım. Benimde artık bir "feysbuk" hesabım vardı ama insanların sohbetlerine dahil olamıyordum. Acaba testte Sihirli Annem'deki Çilek çıktığım için beni aralarına almıyorlar mıydı?
Düşünmeden edemiyordum...

'Feys' dedin mi akan sular durur.
"Paylaştığı sözü gördün mü, kesin bana yazdı, heheühehü!"
"Harfleri büyüklü küçüklü yazmasına aşığım yaaa!"
İnsanlar ne diyordu? Buna bir çözüm getirmeliydim artık. 
Ve en sonunda yapmam gereken şeyi yaptım. Hayır tabii ki, akıllı uslu bir çocuk olup "feysbuk" hesabımı kapatıp derslerime bakmadım. Bir "ergen" olduğum için bu işin üstüne gitmeye karar verdim!
Bir arkadaşımı kendi sırama çağırdım ve yıllardır herkesten saklanan çok önemli bir şeyi soracakmış gibi eğildim: "Ben bir ay önce bir 'feysbuk' hesabı açtım ama ne yapmam gerektiğini bir türlü anlamadım." dedim çaresizce. 
Kendimi iyi hissetmiyordum ancak dünyanın "feysbuk" etrafında döndüğünü hissediyordum.
Bana her şeyi ayrıntısıyla anlattı. Bugün beni arkadaş olarak ekleyeceğini ve sonra herkese önereceğini söyledi. O ne demekse artık!

Mutluluk gözyaşları ergen Tolga'nın gözlerinden akıyor!
Okul çıkışı annemden aldığım bir milyonla ve üzerimde bana bol gelen kırmızı eşofman takımımla, yine yollardaydım! 
Ve "feysbuk" hesabımı açtığımda ağzımın kulaklarıma vardığını hissettim. Artık on'a yakın arkadaşım vardı! Ben de sohbetlerine dahil olabilecektim, çözdüğüm testlerin sonuçlarını heyecanla paylaşabilecektim!
Lakin 'ana sayfa'ya tıkladığımda büyük bir sorunla karşılaştım.
İnsanlar Türkçe konuşmuyordu. Daha da kötüsü, ben Türkçe'den başka bir dil bilmiyordum! (Suçu kendinde arayan bir ergendim yahu.)
"Mrb cnm, nbr" yazmıştı bir arkadaşım diğerine. Evet, harfler bir yerden tanıdık geliyordu ama bir şeyler eksik gibiydi... Ya da "bgn nie glmdn" cümlesinde garip bir görüntü vardı, bilemiyorum.
Kafayı yemek üzereydim...
Ve en sonunda çıldırdım!
"Feysbuk"un nasıl kullanıldığını sorduğum arkadaşım bana mesaj atmıştı. Ona göre dünyanın en anlamlı, en 'az lafla çok şey ifade eden' ve en güzel mesajı; bana göre de 'yazar bu cümlede ne anlatmak istemiş?' diye sorduğum, anlamsız bir mesaj: SLM.
Ne yapmalıydım? Acemi gibi duramazdım. "Hahahayyyt, ben buraların eski toprağıyım ayol!" imajını vermeliydim. Ergenim ya, her şeyden anlıyorum ya!

Yine ne yaptım da olmadı?
Yarım saat boyunca ekrana baktım. 'S', 'l' ve 'm' sessiz harflerinin yan yana gelmesiyle oluşan bir sözcüktü bu. Belki de sözcük bile değildi... Ve sonunda bir şey fark ettim, sesli harfler yoktu!
Belki de "feysbuk"ta kural buydu. Sen, seçtiğin sesli harfleri sessiz olanların arasına getirip kelimeyi bulmaya çalışıyordun. Olamaz mıydı? Olabilirdi, ergenken her şey mümkündü. 
Ancak, cevap veremedim ve sürem bitti. Kalkıp eve gittim ve yarın okulda arkadaşıma ne demek istediğini sormak için kendime söz verdim.
Bu işin peşini bırakmayacaktım! İdealist ergenlerin başını ben çekiyordum!
Ertesi gün, kendimi arkadaşıma harflerin anlamını sorarken buldum. Birinci sınıfta gibiydim, çömezdim, bir tek elimde "gnydn", "mrb", "tlg bna bk."." yazan birkaç fiş eksikti!
O da bana aynen şöyle açıkladı: "Biz 'feysbuk'ta sesli harfleri kullanmadan yazıyoruz çünkü hem daha kolay, hem daha hızlı. Haaa, bi' de çok havalı görünüyo, di mi?"
Havalı mı?! Bunun neresi havalı? Ayrıca siz daha hızlı ve daha kolay yazacaksınız diye ben neden kendimi okuduğunu anlayamayan bir ergen olarak düşünüp depresyona gireyim ki? Kimsiniz siz yahu!? Terbiyesizler! Alooo!
O gün, kendime bir söz verdim. Ergenliğim boyunca alfabeyi katletmeden sosyal medyada var olacaktım. Ve şaşırtıcı bir şekilde, kendime verdiğim sözü tutum.
Bu yazıyı yazmama vesile olan olay, "feysbuk" hesabımda dolanırken yaklaşık 6 yıl öncesine kadar inmemdir. Arkadaşlarımın bana yazdıklarını ve benim paylaştıklarımı görüp gecenin bir vakti çok güldüm.
Yalnız anlayamadığım bir şey var. Ben neden "Hangi baharatsınız?" testinde 'kimyon' çıkmışım yahu?