'Gevezelik' ile 'konuşkanlık' arasındaki ince çizgi üzerinde, elinde uzun bir sopayla dengede durmaya çalışan bir insanım ben!
Yazılarımın uzunluğundan, bir olayı anlatırken verdiğim tepkilerin süresinden, biriyle tartışırken cümlelerimin uzunluğu yüzünden haksız olsam bile haklı çıkmamdan, karşımdaki, yaşadıklarını anlatırken en küçük ve kimi zaman da en gereksiz ayrıntıyı sorgulamamdan anlamış olman gerekiyor o çizginin neresinde olduğumu.
İlkokulda bütün öğretmenlerim dersin ortasında elindeki tebeşiri yere fırlatıp annemi aramaya giderlerdi. Ya da idareden annemin telefon numarasını almaya! "BU ÇOCUK NEDEN SUSMUYOR, NEDEN YAAA!" diyerek attığı çığlıkları sadece telefonun öbür ucundaki annem değil, maalesef ben ve sınıf arkadaşlarım da duyardık. Hatta sanırım ikinci katın tamamı...
Düşünsene! Tahtada bölme işlemi anlatan bir öğretmen var ve yaşına göre gereksiz uzun, çubuk krakere benzeyen bir çocuk dersin en heyecanlı yerinde parmağını sıra arkadaşının gözüne sokarcasına havaya kaldırıp söz istiyor!
"Hocaaam, hocam. Yav hocam, offf!"
(Resmen sırada dört dönüyorum. Beni görsün de söz hakkı versin diye yapmadığım hareket kalmıyor. En sonunda görüyor! Hafifçe iç çekiyor.)
"Efendim Tolga?"
(Ayağa kalkıyorum.)
"Yav hocam, saat kaç?"
(İlkinden biraz daha uzun bir iç çekiş, sorunun saçmalığını düşünüş ve saate bakış.)
"Ona yirmi var. Konumuza dönelim, evet şimdi..."
(Cevaptan tatmin olamadığımı fark ediyorum ki tekrar söz istiyorum. Aynı parmak, yine ve yine havada!)
"Hocaaam, hocam. Bi tekrar bakar msınız yav?"
(Sırada dört değil, sekiz dönüyorum. Beni yine görüyor. Bu sefer, tahtadan uzaklaşıp bana doğru yaklaşıyor.)
"Buyur evladım?"
(Yüzündeki ifade bana kısaca "Şu an bana dünyaya meteor düşeceğini söylemen lazım geri zekalı!" diyor. Ancak korkum yok, sorumu sormak istiyorum.)
"Saat neden ona yirmi var hocam? Bana bi açıklar mısınız yav?"
En son hatırladığım, sınıf öğretmenimin omzumu kavrayıp sınıf kapısının önünde annemi araması, titremesi, ağlamaklı ses tonuyla konuşması ve annemin okula gelmesi olmuştu. Evde olanlar şiddet içerikli olduğu için yazamıyorum maalesef!
Lisede de durum pek değişmedi. Artık büyümenin etkisiyle durmam gereken noktada durmak yerine 'kısık sesle' konuşuyordum! Duramıyorum arkadaşım, ben çok konuşmuyorum, konu konuyu açıyor!
Bir zamanlar susmuş bir Tolga vardı
Bunca yaşanmışlıktan sonra "4 yaşıma kadar konuşamadım, herkes uzun bir süre benim dilsiz olduğumu düşündü." desem?
Şaka yapmıyorum.
Hikayemin girişi şöyle. Doğuyorum, kafam normal bir bebek kafasından iki kat daha büyük. Fotoğraflarda minicik gövdemin üzerindeki kocaman kafamla Bratz bebeklerine benziyorum. Ancak doktorların söylediğine göre korkacak bir şey yok.
Aradan zaman geçiyor. Tolga bebek iki yaşında. Ancak geçen iki yıl içinde Tolga bebekten ses seda yok! İstediklerini ya da istemediklerini elleriyle gösteriyor, küçük homurtular dışında hiçbir ses yok!
Tolga bebek üç yaşına geliyor.
Lan bu bebek hâlâ konuşamıyor! Hatta artık bebek değil, baya baya kazık kadar çocuk!
Annemle babam beni bu durum için doktora götürürken, o dönemde alt katımızda oturan babaanneme yakalanıyoruz. Ters giden bir şeylerden şüphelenen babaannem, içeriden bir koşu çantasını ve ceketini alıp bizimle beraber hastaneye geliyor.
Bu arada, hastaneye giderken babamın iki teyzesini de babaannemin ısrarları sonucu alıyoruz! Cümbür cemaat bir şekilde hastaneye giriş yapıyoruz anlayacağın.
Babamın teyzelerinden birisi ve babaannem, sıra beklerken resmen ortalığı ayağa kaldırıyor. Yaklaşık on dakika içinde bütün Adana'yı doyuracak kadar adak adıyorlar. Olur da konuşursam mahalleliye neler neler dağıtacağız!
Sıramız geliyor. Sadece "Ben, annem ve babam gireriz." diye düşündüğümüz halde, tam altı kişi odaya tam anlamıyla dalıyoruz! Babam ve annem ayakta, ben babaannemin kucağında, teyzelerden biri babaannemin karşısındaki koltukta, diğeri sedyede oturuyor!
Annem durumu anlatıyor. "Konuşmak" kelimesini cümle içinde her kullanışında karşı koltuktaki teyzeden hafif bir hıçkırık ve burun çekme sesi, babaannemden de yeni bir adak geliyor!
Doktor, biraz daha beklememizi söylüyor. Sonuçta 'homurdanabiliyormuşum'. Annem, babam ve teyzelerden biri açıklamalardan tatmin oluyor.
Babaannem ve diğer teyze ise çıkışta kol kola girip bir şeyler konuşuyorlar, suratlarında memnuniyete dair hiçbir ifade olmadan!
Neler oluyordu?
Aradan haftalar geçiyor. Annemle evdeyiz, babam iş yerinde. Kapı çalıyor, babaannem aşağı kattan gelmiş.
"Bir hoca buldum." diyor anneme. "Bir üflüyormuş, dili çözülüveriyormuş herkesin!"
Annem karşı çıkıyor. Ancak karşısında Türkan Hanım var. Annem neden karşı çıktığını bile anlatamadan kendimi türbede buluyorum.
Hoca gerçekten okuyor, üflüyor ve bekliyor. Bekliyor, bekliyor...
Ancak bende tık yok! Sadece salak gibi gülümsüyorum çünkü tam karşımda horozlar birbirini kovalıyor, "Bunların burada ne işi var?" diye düşünerek sırıtıyorum.
"Konuşsana oğlum!" diye haykıran babaanneme sadece işaret parmağımla horozları göstererek cevap verebiliyorum.
Eve gidiyoruz...
Tam gün batarken
Aradan geçen günlerde sessizliğimi koruyorum. Babaannemse birkaç gündür evden sabah çıkıyor, akşam geliyor.
Annem, babam, hatta sanırım komşuların tamamı babaannemin yeni bir planı olduğunun farkında. Ve uzun sürmüyor. Akşam babam da evdeyken yukarı çıkıyor ve ağzındaki baklayı çıkarıyor. "Bir hoca daha buldum. Bana okunmuş bir anahtar verdi. Tarsus'ta bir kemer varmış, onun altına gideceğiz Tolga'yla beraber. Tamam mı çocuğum?" diyor.
Annemin tek kaşı havada. Babamsa annesini iyi tanıyor, "Tamam anne." diyor, "Arabayı bırakayım size, gidersiniz."
Ertesi gün, beş kişilik minicik arabamızda tam dokuz kişiyiz! Arabayı halam kullanıyor. Bir buçuk saat boyunca arabada sadece dua okunduğunu söylememe gerek var mı, bilmiyorum.
Annemin kucağında nefes almadan oturduğum bir saatlik yolun sonunda babaannemin dediği kemere varıyoruz. Güneş batmak üzere.
Babaannem kardeşine sesleniyor: "Güneş batmak üzere, biz Tolga'yla kemerin altına geçiyoruz o zaman."
Bana sormadan elinde kumaşlara sarılmış bir anahtarla beni kemerin altına sürüklüyor.
Ve daha da kötüsü, ağzımı açmamı söylüyor!
Teyzelerden birinden işaret geldiği an, elindeki anahtarı ağzımın içine sokuyor ve ağzımın içinde döndürmeye başlıyor!
"Ööööğğğrk!" diye babaannemin üstüne kusuyorum!
Eve dönüyoruz...
Babaannem pes etmiyor
Tarsus'taki kemer faciasından sonra, babaannem bir süre sessizliğe gömülüyor. Zira annem ortalığı ayağa kaldırıyor! Konuşmayan oğlunu karşısına alıp her gün tembihliyor: "Babaannen bir şey yedirip içirmek isterse, ağzına bir şey sokmaya çalışırsa kaç!" Kafamı sallıyorum.
Akşam yedi suları. Evimiz hıncahınç dolu, babamın tüm akrabaları ve kuzenlerim bizde.
Bütün çocuklar saklambaç oynuyoruz. Her ne kadar konuşamasam da gayet iyi saklanıyorum, en sevdiğim oyun.
Kendi yatağımın arkasında kuzenlerimden biriyle saklanmışken, mor kazağı ve kocaman inci kolyesiyle babaannem görünüyor! Kuzenime "Git hadi ebele bakiyim!" diyip çocuğu yolluyor.
Tam bir korku filmi!
Kuzenim gittikten sonra odamın kapısını kapatıyor. Elinde çay bardağı var, içinde de su!
"Al oğlum, iç şunu." diyor. Annemin tembihini hatırlıyorum. Kafamı sağa sola sallıyorum. Ancak babaannem bu, 'hayır'dan anlamıyor! "İç hadi iç." diyor. Kafamı tekrar sağa sola sallıyorum.
"İçsene lan pezevenk, nerelerden getirdik bunu, kırmayayım bir yerlerini!" diyor, bir de kulağımı çeviriyor hafiften!
Mecbur kalıyorum. İçimden "Annecim çok özür dilerim." diye diye içiyorum.
Ve bilin bakalım babaanneme ne diyorum: "HAYRİYE HALAM NERDE?"
Konuşuyorum yani!
Evimiz hıncahınç doluyken, babaannemin "AY VALLAHİ KONUŞTU!" çığlıkları ortalığı inletiyor, insanlar resmen ağlıyor, annem bana sarılıyor ve benim tek yaptığım şey annemin yaptığı pastalardan yiyerek gülümsemek! Her şey garip geliyor ister istemez.
Saklambaç oynamaya dönüyorum...
Bütün Adana doymuş olabilirim sayemde, nerede teşekkürüm!
Bütün o adaklar yapılıyor. Mahallede bir bayram havası var.
Sonradan öğreniyoruz ki, babaannemin bana içirdiği şey 'bülbül suyu'ymuş. Bülbülün zamanında birazını içmiş olduğu suyun kalanını ben kafaya dikmişim. Yine türbede hocanın biri önermiş, suya okumuş üflemiş.
Babaannem ilk iki faciadan sonra gayet gururlu, kadının yürüyüşü bile değişiyor.
Ve ben, o günden beridir hiiiiç susmuyorum! Yazının başında, olanları okudun zaten, tekrar anlatmama gerek yok!
Babaannem ve kalan akrabalarımın duaları mı, bülbül suyunun mucizevi etkisi mi, beynimin konuşmayla ilgili kısmının o anda devreye girmesi mi, saklambaç oynamanın verdiği mutluluğun dilime vurması mıydı, bilmiyorum.
Ama şunu biliyorum. Hayat, gözlerinin içi gülen bu kadar insan arasında çok güzel devam ediyor.
Ben de, ders çalışmaya dönüyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder