20 Eylül 2017

Daha ilk günden

Onlarca aksilik sonrası evime yerleşebildim. Önce evin temizliğiyle uğraştım, bitemedi bir türlü. Annem banyo fayanslarının arasını krem dökerek ovaladığımı görseydi muhtemelen önce ağlar, sonra da beni tokatlardı "Evde niye pissin eşşoleşşeğin çocuğu!" diyerek. Benden önceki kiracı evi o kadar pis bırakmıştı ki, sürekli küfrettim. Bir de kimsem yok bildiğin, kollarım koptu yemin ederim. Sonra, mutfakta kocaman bir eksik olduğunu maalesef evi tuttuktan sonra fark ettim. Evde ocak yoktu, emlakçıyı arayıp bunu söylediğimde gece on ikiydi. Bi üç gün kadar dışarıda yedim, karnım mahvoldu. Şansıma evin karşısına Adana dürümcü açılmış, her acıktığımda gidip yiyordum. Her gün her gün yenmezmiş, bunu anlayabildim sonunda... Neyse, emlakçı önce çok eski bir ocak getirdi. Ocak o kadar eskiydi ki, gaz kokusundan ölebilirdim sanırım. Gecesinde yine aradım adamı, çok az tehdit etmiş olabilirim. Güya Allahın emlakçısı, bana "Dur ben bi kontrol edeyim." diyor. Ben anlamıyorum, insanların bir şeyi anlamaları için illa çirkefleşip bağırmam mı gerekiyor, ne gerek var yani. Sonra bi baktım, yepyeni bir tane getirmiş, evdeki en sevdiğim eşya o şu an. Yemek yaptığım yok bu arada, bir tek yoğurtlu makarna yapıyorum. Onu da her gece yaptığım için götüm ve memem kocaman olmaya başlayacak, hissediyorum. Et yemeyi ben de isterdim ama param yok, makarnayı çeşitlendirerek yaşamımı sürdürüyorum o yüzden.
Okul başladı ve okula yakın olsun diye cehennemin dibinden ev tutmama rağmen okula erken gidebildiğim tek bir gün bile yok. Hepsinde ders başlayalı yarım saat olmuş, kapı çalıyor, iki metre tahta gibi bir çocuk özür dileyerek içeri giriyor. O yüzden en önün de önünde oturmak zorunda kalıyorum sürekli.
Bir de önlük olayım var. Doğruyu söyleyeyim, esmerim diye beyaz bana yakışabilir diyordum önceleri. Bir de, ulan önlük bu, giyen herkeste muhteşem durmalı yani. Geleceğin hekimisin, doktorusun sonuçta, sırf o yüzden bile bi torpil olmalı, diyordum. Neyse, önlük denemek için bi yere girdik. Herkes deniyor, insanlara bu kadar mı yakışır! Nasıl parlıyorlar önlüğün içinde, herkes buram buram diş hekimi kokuyor böyle. İçimden de sürekli "Evettt, teorim doğruuu, herkese yakıştı lalala!" diyorum. Sıra bana geldi, bi denedim, yemin ederim Adana'da bizim kasap Yalçın Abi gibi oldum. Aynaya baktığım an kendimden yarım kilo kuşbaşı isteyesim geliyordu.
Gözlerim doldu doldu böyle, arkadaşım dışarı çıkardı beni. "Tadilat yaptırırız şimdi, üzerine göre olur, üzülme." diyip duruyorlar. Kalktık başka yere gittik benim için. Bi adam bizi yarım saat bekletti, sonra denettiği önlük yine kasap Yalçın gibi oldu. En son pes etmiştim, banklara çöküp ağlıyordum ki, bi yere daha girdik. Ve teorimi yine doğrulamış oldum. Gerçekten o kadar içime sinerek aldım ki o önlükleri, arada bir evde giyiyorum, aynaya bakıyorum... İçimden de sürekli "O yarım kollu kısa önlükle Instagram'a fotoğraf atmak için mi kazandın lan okulunu?" diyorum ama olsun.
Okulun ilk günüydü sanırım, hah evet, önlük almaya gitmeden hemen önce. Arkadaşımın arabasıyla gideceğiz, arkadaşım da yokuşa park etmiş arabayı. Bindik, araba bi çalıştı, taaak diye bi ses. Arkadaki arabaya öyle bi vurduk ki, "Aha," dedim "Tolga, sıçtın hadi hayırlı olsun.". Bi daha gaza bastı, taaak diye ikinci bi ses geldi. Arkamızdaki durmuş araba biz vurdukça geriye gidiyor gariban. Vallahi bi anda "Lan kaç kaç kaç!" diyiverdim, arkadaki arabada herhangi bi hasar göremeyince de bildiğin kaçtık. Çok şükür, 'İstanbul'da Yediğim Boklar' listeme bunu da ekleyeceğim, birkaç gün üç buçuk attım da baktık ses yok, "Sıkıntı yok herhalde." dedik, umarım yoktur...
Okul ortamı da biraz şey gibi, "Beeennnn diş hekimiyimmm, beeenn on dört binle girdimm, beeeen beyaz önlük giyiyorumm, küçük dağları beeenn yarattımm!" diyen insanlar topluluğu. Ulan pezevenk, ben de on dört bindeyim, ben sana öyle bakıyor muyum. Aynı önlükten bende de var, ne bu havalar yani. O yüzden, sanırım kantindeki ortama alışmam biraz zaman alacak.
Hah, unutmadan. Diş hekimliği kazanmak demek, kağıttan çok sabuna dokunmak demekmiş. Çok merak ediyorum, acaba iki sene önceki Tolga'nın aklına, kendi evine tek başına çıkıp eve birilerini atmak yerine gecenin bir saati müzik dinleyerek sabun yontup yeşil dolmalık bibere benzetmeye çalışacağı gelir miydi. Bir de benzemiyor bir türlü, biber hariç her şeye benzetiyorum. Son yaptığım biberi baktığım biberden o kadar farklı yapmışım ki, dört tane manav gezdim elimde sabunla, "Abi buna benzer biberin var mıdır?" diyerek. Asistanlar yaparken kolay gibiydi, feleğim şaşıyor yaparken. Sabun kokusundan kafayı buluyorum sanırım.
*
Konusunu aylaaar aylaar önce aşk acısından ölürken, gecenin üçünde biyoloji kitabıma odaklanmışken bi anda bulduğum; bulduğum günden itibaren sürüyle kursa, konferansa gitmeye çalıştığım; onlarca senaristle iletişime geçtiğim; yazımı hakkında bin beş yüz tane kitap okuğum 'senaryo' işine de mantığını kavradığımı hissedince en sonunda el atmaya karar verdim. Oyun hakkında diyebileceğim tek şey, "Bi' Sen Eksiktin!"in sanırım komik olacağı. Bir de günlerdir oyundaki birkaç sahne için şarkı sözü yazıp kafama göre melodi uyduruyorum... Birçok tiyatronun, dışarıdan gelen senaryoları değerlendirdiği departmanları varmış. Sen "Oyunum bu." diyip veriyormuşsun, değerlendirmeye alıyorlarmış. Ya da, radyo televizyon okuyan bir sürü arkadaşım var, bi şekilde değerlendiririm diye düşünüyorum onlarla. Yarın, önce karakter yaratımına başlıyorum, hepsi bitti kafamda. Buraya bunu yazma nedenim de yarın bu işi ertelemeden başlamak, "Bloga bile yazdın, otur başla!" demek için. Her karakter için cevaplamam gereken yüze yakın soru ve yazmam gereken sayfalarca biyografi var önce. Bu işe de el attım ya, ben bir şey demiyorum, umarım içime siner...

Not 1: Kaşar peynir niye bu kadar pahalı yahu, hemen de bitiveriyor zaten. Üzülüyorum.
Not 2: Karşı komşumla evin ilk günü kavga ettim. Daha sonra anlatırım.

9 Eylül 2017

Bazen hayat, gerçekten inanılmazdır

Bütün bir yaz, "Çocuğum, artık alalım bak şu biletini, coştu fiyatlar." diyen annesini "Az sonra bakarım anne.", "Söz, akşam bakıp iletecem sana!", "Anne, dur şimdi, Twitter'da bi işim var." şeklinde çeşitli bahanelerle oyalayıp üşendiğini belirten ben, bir gece kendimi Lüks Adana otobüsünün en arka dörtlüsünde kuyruk sokumu ağrısından artık oturamaz duruma gelmiş kıçımla buldum! Annem, vazgeçmeyi bırak, ben otobüse bindiğimde sinsi sinsi gülüyordu, "Hehehe, hak ettin eşşoleşşeğin çocuğu." diyen bir bakışla!
14 saat diye hesaplayıp yanında kalacağım arkadaşıma "14.00 gibi oradayım sanırım." dediğim ve otobüsün önündeki kocaman 'ekspres' yazısını görmediğim için, 12 saatte Dudullu Otogarı'na varınca, telefonda "Ben vardım, sana geliyorum." diyebileceğim arkadaşımı maalesef bulamadım. Kendisi öğle saatlerine alarmını kurup sabah uyuduğu için telefonuma cevap veremedi zira... Ben de, yirmi beş kilo valizim ve "En sevdiğim romanımm, kesin koymam lazım! Ayyy, Harry Potterların tamamını koymazsam ölürüm, seri bozulmasın. Hmm, bunu da koyayım, şimdi şunu koymuşum, diğerini koymazsam olmaz." diye diye en az on kilo sırt çantamla gelen her minibüsü durdurup Fındıklı'ya giden otobüsün geçtiği yerde beni indirmeleri gerektiğini söyledim. En sonunda otobüs durağının önüne geldim.
Tamam, geçen sene bir ay orada kaldım ama, 'ev nasıl aranır?', 'emlakçılar mahallenin neresinde yoğunlaşmış?', '35 kilo yükle emlakçı emlakçı gezilir mi?', 'yokuşlardan valizle nasıl daha az yorularak çıkılır?' gibi soruların cevaplarını ben bilmiyorum ki! O yüzden, gelen ilk otobüsün şoförüne nefes nefese bir şekilde "Merhaba, beni Fındıklı'da emlakçıların en yoğun olduğu durakta indirebilir misiniz?" diye sordum. O kadar umutsuz bir haldeydim ki, pert olmuştum bildiğin. Bir de ayıptır söylemesi, kıçım nasıl ağrıyor oturmaktannn! Otobüs koltuklarının aralıkları her zaman kabusumdu ama 12 saat boyunca rahat edeyim diye bacağımı bir tek bir yerlerime sokmadığım kaldı. Hiç uyuyamadım, zaten sabah dörde kadar kalacağım arkadaşımla konuştum, dörtten sonra baktım ki Wi-Fi emrime amade, oturdum dizi izledim. Kısaca, gözlerimi kapattığım an rüya görüyordum.
Adam bi anda bana "Bekle hele bi, bizim bi Hüseyin Abi var, oralarda bu işle uğraşıyordu, sorayım. Yeditepe'de mi okuyon sen?" diyince uyku falan kalmadı, hobareyyy, "Sanırım ev buldum lannn!" diye sevinmeye başladım. Klasik "Arkadaki bir dişim de çok ağrıyordu, sana geliriz artık." esprileri, "Abi ben öğrenciyim bak ona göre." yalakalıkları arasında, şoförle beraber otobüsün son durağına geldim. Emlakçı bizi bekliyordu, bindik arabaya.
Adamın gösterdiği evler iyiydi güzeldi de, benim okuluma çok sapaydı. Bir de, Allah aşkına, o eşyalı ev fiyatları ne öyle! Gören de koydukları eşyaları son model zannedecek, sinirlerim bozuldu. Neyse, gösterdiği evlerin bana uygun olmayacağını söyledim, beni Fındıklı'nın girişine bıraktılar. Marketten Tutku alıp aşağı doğru pıtı pıtı yürümeye başladım.
Bi yandan da kendime küfrediyorum. Bütün arkadaşlarım, ağustos ayında evlerini tuttular, ben okulun açılmasına bir hafta varken güya ev arıyorum! Ve ben ağustos başında İstanbul'daydım üstelik. Ama ne yaptım, "Beşiktaş'ı çok özlemişim, yarın giderim bakmaya. Aaa, arkadaşım aradı, ertesi güne kalsın. Bugün de çok yoruldum, artık sonra bakarım, Sahibinden ne güne duruyor?" diye diye erteledim, sonra da Kıbrıs'ta buldum kendimi zaten.
Bulduğum ilk emlakçıya girdim. Kadına derdimi anlattım, "Annemle yaşıyorum, o Adana'dan gönderecek parayı, uygun bir şeyler arıyorum." diyerek. Eşyalı ev fiyatlarını duydukça valizime tutundum bayılmamak için yemin ederim, sokakta yatmayı düşündüm. Eşyasızlar da hep yeni bina, eşyalı fiyatına veriyor o yüzden. Bir ev vardı, içime sindi gibi oldu derken ev sahibinin çığlığını duydum telefonda, "Öğrenciye vermemmm, hayatta vermemm!" diye. Emlakçı abla bile dellendi, "Beyefendi bu çocuklar da kalacak yer arıyor, okullarını kazanmışlar, biraz yardımcı olsanız..." filan, adamda tık yok! "Gelin, bi tanışın, temiz yüzlü bir çocuk." diyor, oradan bağırıyor "Gerek yokk, başka yerde baksııın! Bende öğrenciye verecek ev yokk!". Şaka gibiydi o anlar. Kendimi sorguluyorum bir de, "Adamı evi için aradık di mi?" diyerek. Yani "Böbreğinizi ve dalağınızı uygun fiyata alabilir miyim?" demedim sonuçta. İçimden de "Biraz daha param olsa senin o evine mi bakarım lan dangalak!" diyip duruyorum ama dış sesim emlakçı bana yardımcı olsun diye "Olsun, adam da haklı n'aaapsın, başka evlere bakalım sorun yok." diyor tabi. İki üç ev daha gezdirdiler. Birisi inanılmaz sapa. Kar yağsa o yokuşu çıkmam imkansız. Diğeri bir artı bir ama çok pahalı. Diğeri eşyalı diye çok pahalı.
Bazı emlakçılara da ayrı kıl oldum. Adam diyor ki, "Yalnız mı yaşayacaksın?". "En fazla 1 2 ay, sonra birini almak zorundayım, karşılayamam çünkü." diye cevap veriyorum, "Erkek mi kız mı?" diye soruyor! "Erkek kız ne fark eder, sağlıklı olsun yeter!" diyorum, sinirden titreyerek! Ben kazık gibi paramı ödeyeceğim zaten, ev halkının cinsiyet yoğunluğundan sana ne!
İki emlakçı daha gezdikten sonra arkadaşım uyandı, ona geçtim hemen. Yastığa kafamı koyduğum gibi uyumuşum. Ara ara uyanıp fotoğraf çekildik, yine uyudum.
Sabah oldu, elimde telefon, Sahibinden'i kurcalıyorum. Bir ilan gördüm, eşyasız ev, bahçe katı ve fiyatına inanamadım. O kadar ucuz ki, direkt kendimi o evde hayal etmeye başladım. Bahçeye kurduğum salıncakta "Ah Nerede Vah Nerede" eşliğinde bacaklarımı sallayarak sallanıyorum, ektiğim domatesleri koklayarak toplayıp gülümsüyorum, her sabah pencere pervazındaki çiçeklerimi sulayıp onlara "Günaydıııın canlarımm!" diyorum, organik sebzelerimle yaptığım yemeklerin kokusu etrafa yayılıyor... (Yemek yapmayı bilmiyorum.)
"Bırak lan hayal kurmayı, adamı ara adamı!" diyip hemen adamı aradım. Şansıma ev, arkadaşımın evinden üç apartman sonra! Adam "Ben evin önündeyim, gelin isterseniz." diyince bir koşuşumuz var, "Speedy Gonzales kimmiş lan sıçarım çarkına!" dersin yemin ederim.
Aşağıya indim ve gördüğüm manzarayı anlatıyorum: Hayaller ve salıncak kurduğum, organik tarım yaptığım evin önünde bir çocuk, babasının yanında, babası emlakçıyla el sıkışıyor! Oradan bağırdım hemen: "Hoooop, önce ben aradım abi!" Meğer onlar dört saat önce aramış, emlakçı da onlar vazgeçerse diye beni çağırmış. Adama "Neden böyle bir şey yapıyorsunuz, bilsem inmezdim." diyorum, "Belki tutmazlar diye işte." dedi.
Canım o kadar sıkıldı ki. Ancak benim gibi bir salak, beğendiği evin tutulduğu ânı görür zaten. Mutsuz umutsuz bir halde, bir apartmanın giriş merdivenlerine çöktüm. Bir yandan da annem bağırıyor: "Üzülme bu kadar, neye üzülüyorsun, olan olmuş artık, başka yere bakarsın, saçmalama!" Kirası o kadar ucuzdu ki, tek başıma çıkardım, rahat ederdim ama olmadı.
Emlakçı, tutan çocukla babası gittikten sonra "Keşke sana verseydim evi, onları hiç sevmedim. Gel kontrat yapmadık daha onlarla, seninle yapalım bugün. Adamlara uydururuz bir şey." dedi, kabul edemedim. Bana yapılsa ortalığı ayağa kaldırırdım çünkü. Hayır, aslında çocuğun oradan ev tutması çok mantıksız çünkü okuluna çok uzak. Ama sanırım arabası varmış çocuğun. Ahh ahhh, millet okula arabayla gidip gelecek, ben de tutacağım ev yerin altında olmasın diye uğraşıyorum. Yukarıdakine sesleniyorum, umarım para kazanmaya başlayınca bu sürünmelerimi gülerek hatırlarım, umarım gülerim...
Sonra, hayatın ne kadar efsane olduğunu yine ve yine anlayacağım bir şey oldu. Öğle saatlerinde annemin yönlendirdiği bir emlakçı beni aradı, ellerinde olan evin adresini verdi. Allah Allaaaah, bu adresi ben nerden tanıyorum, bu apartman numarası çok tanıdık, derken; lan lan lan, burası benim İstanbul'a ilk geldiğim zaman tuttuğum çatı katı evimin olduğu apartmanın giriş katı! Gözümün önüne gelen ilk görüntü, kafasını tavana artık vurmayacak olan bir Tolga gülümsemesi ve evine internet bağlatana kadar yine aynı kumarhanede çay içip dizi indirmeye çalışan Tolga bakışı!
Henüz kontratı yapmadık ama sanırım evi tutuyorum. Yine emlakçısı, depozitosu derken, giren girdi yapacak bir şey yok. En azından eşyalı ve iki artı bir; okul başlayınca samimi bir arkadaşımın kanına girip en fazla iki ay içinde ev arkadaşı bulmam lazım. Annem de Adana'da kirada, ben de kiraya çıkıyorum, hadi hayırlısı. Bana şans dile de şu günleri atlatalım.