7 Nisan 2016

Başlatmayın aşkınıza ulan


  İlk aşık olduğumda 10 yaşındaydım. O zamanlar, kutsallık derecesindeki bu mükemmel duygu; günümüzdeki rezillik derecesinde olan aşk şarkılarının sözlerine ve hepsinin arkasındaki "dıp tıss dıp dıp tıss" şeklindeki melodiye indirgenmemiş; tam tersine kalpte, sol yanımızda, yüreğimizde veya adına her ne diyorsan işte, göklere çıkartılmıştı.
   Ellerini tuttuğumda da 10 yaşındaydım hatta. "Sen ne anlarsın?"lara inat, "Daha çok küçüksün, bilmezsin öyle şeyleri." cümlelerine ithafen; bilmediğim bir tek beş vakit namazdı. Onu da hâlâ öğrenemedim ve de öğrenmeyeceğim ya neyse... Bilirdi, O'nun ellerini, kendi minik avuç içlerime alıp gözlerine baktığımda kalp atışlarının gözlerindeki yansımasını görürdüm, ezberlerdim, ezbere bilirdim. Birbirimize titrediğimizi belli etmemek için gözlerimizi kaçırmamız gerektiğini, sanki buranın büyük kuralıymışçasına benimsemiştik, bunu da bilirdim. Uyumadan önce, penceremizin önündeki, içine gül ekilmiş mavi saksıların tam ortasından bakıp ona 'iyi geceler el sallaması' yapardım, bak, bunu da bilirdim. Ben sana demedim mi 'sadece beş vakit namazı bilmiyorum' diye? Düzgün okusana şuraları!
   "Aşk için dayak yemeli aşk, o zaman aşk." şarkısı daha çıkmamıştı, belki de hiç çıkmayacaktı ama ben aşk için dayak yiyip bayıldığımda da 10 yaşındaydım. Kaan Tangöze'nin, Minik Serçe'nin şarkısını yorumladığı sıralardı, güneş batıyordu ve gün, her zamanki devinimi içinde yirmi dört saati tamamlamaya uğraşıyordu. "Ölmedim ama süründüm ulan" misali, kutsal bir duygu için dayak yedikten sonra mutlu olduğumu hatırlıyorum sadece; sonrası gri bir duman, arkasında sis olan kirli bir cam.
   Abisinin bizi görüp beni dövmesinden ve hastanelik etmesinden sonra, onun için dayak yediğim insanı bir daha göremeyeceğimi anladığımda da 10 yaşındaydım. Bak, hani "sen ne anlarsın?"dı? Hani "Daha çok küçüktün."dü? Hani "Bilmezsin öyle şeyleri." idi? Gel, sen de öğren, sana da öğreteyim. Bir sabah, yüzün gözün mosmor uyandığında kalbinin hâlâ deli gibi "o, ille de o, dayak yesem de sürünsem de o!" diye çarptığı sırada, mavi saksılardaki güllerin arasından bakıp evlerinin bir daha açılmamak üzere kapandığını gördüğünde yaşadığın bok duyguyu, umutsuzluğu, burnunun ucuna gelip gitmeyen sızıyı, boğazına dizilen kalp atışlarını ve daha çıkmasına yıllar olan 'değmesin ellerimiz'deki gibi "bitti mi hikayemiz?" hissini. Öğreteyim mi? İster misin? Sana soruyorum sana! 10 yaşında olduğumu hatırladığım her an, içime "olmasam da olurmuş." hissi doğar. Beni alır, yıkar, parçalar, parçalarımı yamuk yumuk birleştirir ve tekrar hayata döndürür. Döndürmese de olurmuş ama neyse. Bak, aynı his yine geldi, 10 yaşında olduğumu hatırladım ya, ondandır. 
   12 yaşında tekrar aşık oldum ben. 'Kendisine zeki diyen insan dünyanın en salak insanıdır.' misali, acaba kendisine 'aşık oldum yav ben zamanında.' diyen insan da hiç aşık olmamış mıdır mı aslında? Olmuştur olmuştur, bak ne güzel anlatıyorum şurda. 
   Aynı yerde, aynı zamanda, aynı Temmuz ayında, aynı sıcakta ve aynı güneşin aynı tepeler ardında batışını seyrederken... Şaka şaka, arkadaşlarımla köşe kapmaca oynarken, o da belki. Niye, oyun oynarken aşık olunmazmış mı oğlum, öyle bir kural mı var? Bal gibi de olunur, olundu, denendi ve onaylandı hatta. Peeh, sen daha uyu, bak elalemin yazarları ne deneyler yapıyor. 
   Kıskançlık duygusunu ilk hissettiğimde 12 yaşımın temmuz ayıydı. O içten içe iyi duygularımı kemiren, kalp atışlarımı gereksiz hızlandıran ve yüzümü inanılmaz şekillere sokan duyguyu bastırmak için; karşımdakinin de iyi duygularını kemirmesi, yüzünü gözünü değiştirmesi ve kalp atışlarını gereksiz hızlandırması için iadeyi duygu yaptığımda da 12 yaşındaydım. 
   O kocaman, dolu dolu iki yılda solup giden mavi saksıdaki güllerimizin yerine ekilen yemyeşil eğrelti otlarının arasından, her gece en az üç saat evimizin tam karşısındaki evlerinin, onun uyuduğu pencere kenarını seyrettiğimde de 12 yaşındaydım. Onun yatakta döndüğünü gördüğüm her an "ölmemiş, yaşıyor, ölmesin, yaşasın." hissini doruklarda hissedip şükürler çektiğimde de 12 idim. Kısacası, kaybetme korkusunu da 12'de öğrendim ben. 10'dakini kaybetmeye korkmamıştım, hep benimle olacak sanıp hata yapmıştım. Tecrübeliydim artık, bir musibet bin nasihattan gerçekten daha iyiydi, korka korka yaşamak en iyisiydi. Hem hiçbir şeyden korkmayan canlı mı olur be? Küstüm otu bile biz dokununca ağzına sıçıcaz sanıp kendini kapatıyor. 
   Aynı mavi saksılardan birini, gece, onun uzun bir süre dönmediğini fark edip "öldü mü? ölmesin!" korkusuyla yere düşürüp kırdığımda ve herkesi uyandırdığımda da 12 yaşındaydım. Annemden bir temiz dayak yemiştim. Bakın ben söylemiştim, "aşk için dayak yemeli aşk, o zaman aşk." diye. Minik Serçeee? Hadi, azıcık cesaretin varsa değiştirsene sözleri? Hı?
   Bana yalan söylendiğini fark ettiğimde de 12 idim. Temmuz değildi ama bu sefer, ağustostu. Bu yüzden, ne zaman ağustos ayı gelse ilk iki gün yataktan çıkmam, kendimi cezalandırasım gelir. yastığı kafamın tepesine koyup öyle uyuyasım gelir, üzülesim gelir anlayacağın. 'Gözüm kapalı güvenirim' dediğim sevdiğimden, gözlerimi kapattığım an sırtıma bıçak yediğimde de 12 idim hatta. 10 ile arasında iki yıl var sadece, hani "çok küçüktüm ben ya"?
   14 yaşında da aşık oldum ben. Günümüzdeki gerçeklik payı virgüllere kadar inen aşklara inat, en gerçeğini yaşadım hem de. İlk reddedildiğimde de 14 idim, reddedilip bıkmadan, usanmadan sevdiğimi söylerken de 14. Bulduğum her kalemle; elime, koluma, deftere, kitaba ismini yazacak kadar sevip, "aman başkaları görmesin, onun ismi bana özel kalsın." diye düşünüp onları sakladığımda da 14 idim ben. Başkasını sevdiğini bilip evde her gün 'bir şey olsun da sevmesin, ama çok üzülecekse sevsin, n'olur o üzülmesin' diye dua ettiğimde de 14 idim. 'Erkekler ağlamaz' şarkısına inat, karşısına geçip "niye ben değil de o?" diye hıçkırarak ağladığımda da 14 idim ben. Karşılık bulduğumdaysa 15. Bu da mutsuz bitecek sandınız di mi pislikler? 
   Beraber 3 koca yıl geçirdiğimde yaşsızdım ama. Kimi zaman çocuktum yanında, kimi zaman baba, kimi zaman kardeş, kimi zaman da dost. Sırdaşıydım, kan kardeşiydim, sevgilisiydim. Onun için kitap yazdığımda, binlerin okuduğu gazeteye ona olan aşkımı anlatırken de, onunla beraber üzülüp onunla beraber sevindiğimde, onu eve bırakmayı alışkanlık haline getirdiğimde de yaşsızdım. Gerçek aşk böyle mi acaba, e ben bu hikayenin neresinde dayak yiyeceğim şimdi? 
   Tek bir şeye inandım, tek bir şeyi kutsallık derecesine getirip hissettim ben. Gerçek aşk. Sonu kötü biten aşk. Hem sonu iyi biten şeye aşk mı denir be? Aşk dediğinin sonu mutsuz biter. Ya kavuşamazsın ya kavuşturmazlar, ya karşılık bulamazsın ya da bulduğun karşılık hayal ettiğin gibi çıkmaz. Sonsuza kadar mutlu yaşamaz kimse, birinden biri mutlaka diğerinden önce gider, kalan hissetmeye devam eder ya da etmez. Böyledir işte. Beraber de ölsen, aşkın da seninle birlikte ölür, yok olur, toprağın altından toprağın üstünde kalanlara "naniik naniiik" diye el sallar.
  Sonsuza kadar süren tek şey, her ne kadar artık azalıp yok olmaya yüz tutsa da 'aşk' gerçeği. 'Değişmeyen tek şey değişimdir' misali, süregele gele bir hal olan duygu da ''gerçek aşk' olacak. Ben, sen, belki de o; nasıl yaşadığını bilmediği, 'anlatılmaz yaşanır' dediği o kutsal duyguyu; belki bir resme, belki giriş gelişme sonuç'lu bir yazıya, belki de bir şarkıya indirgeyecek. Bak yine geldik mi "dıp tıss dıp dıp tıss"a? Aşkolsun size
   
   
   

2 yorum:

  1. bunları diziye çevirsek 5 sezon , kitaba çevirsek 10 kitap basılır.. neyse sinx.cosy=½[sin(x+y)+sin(x-y)] veya alkenlere halojen katmaya devam

    YanıtlaSil