21 Mart 2017

Yedi ay sonra, tam yanımdan O geçti.

-Bütün yazı boyunca bu çaldı.-
Elimde, yurttan apar topar ayrılınca eşyalarımı sığdıramadığım için evde bıraktığım çantam yüzünden dört koca kitap; omzumda, sıcak yüzünden nereye koyacağımı bilemeyip attığım mavi ceketim; boğazımda, hastalığım yüzünden kocaman bir yumruyla, Kadıköy'de aşağı doğru inerken, O'nu gördüm.
O'nu en son, ağustosun on beşinde, İstanbul'a ilk gelişimde, kayıt için okuldayken; yarı tesadüfi bir şekilde görmüştüm. Kapıdan girişiyle kalbimin göğüs kafesimden çıkması aynı anda olmuştu. Saçları beklediğimden daha sarıydı, parfümü çok güzel kokuyordu. Konuşmuştu sonra, sesini duymuştum. Sesi vardı, sesinin tonu, tınısı. Elimi sıkmıştı hatta, oturup konuşmuştuk. 
Anlattıklarımdan sonra, beni okul kapısından geçirirken, onu bir daha görmek için can atıyordum. Bana cevap vermemişti, ne diyeceğini bilememişti ama belki de cevap vereceği zaman her şey olumlu olacaktı. 
Bana on üç gün sonra attığı, içinde, içimi mahveden cümlelerin olduğu o mesajı attığındaysa, bir daha asla görmeyeceğim sanıyordum. Aynı şehirde olacağız, aynı okulda olacağız, ama onu görmeyeceğim. Görmeyeceğim işte. Denk gelmeyeceğiz, aynı yerlere gitmeyeceğiz, aynı semtte dolanmayacağız. Bana hiç gelmeyen birisi, benden bir mesajla giderken; ona el salladım ve onu uğurladım sanıyordum. 
Onunla kendimi beraber hatırladığım tek bir kare var. Karşısında titrerken konuşan, dokuz ayın acısını karşısındakine anlatan, Adana'dan İstanbul'a gelmiş, geldiği yer hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir ben ve beni, hayretler içinde dinleyen, anlattıklarımı dinlerken önündeki yemeği yiyemediği için eliyle iten ve sigara yakan, ne diyeceğini bilemeyen o.
Hatırlıyorum. Sınav yılımın ortası, iki buçuk aydır tek kelime konuşmamışız. Ben öyle bir seviyorum ki, fotoğrafını gördüğüm an içim gidiyor, kalp krizi geçiriyorum, her gece konuşacaklarımı düşünüyorum. Bir mekandayız, mesaj atmak için içim gidiyor. Arkadaşım telefonumu almış elimden, "Yazmayacaksın." diyor, izin vermiyor. Ama kafaya koymuşum, yazacağım. Hem o da beni merak ediyordur, ikinci kez sınava hazırlanıyorum, sormak ister belki de halimi hatırımı. Sohbet oradan yürür, benim yüzüm güler. Severken gurur mu olurmuş? 
Eve vardığım gibi telefonumu açıyorum. O kadar heyecanlıyım ki, bu sefer olacak biliyorum. Beni kabul edecek, istememezlik yapmayacak. "Napıyorsun?" yazıyorum. Altta "yazıyor..." çıkıyor. Telefona yapışmış haldeyim, gözlerim ekranın üzerinde. Ne yaptığını söylüyor, beni soruyor. Beni soruyor işte, başardım, oldu. Söylüyorum. 
Sonrası yok. Yazdığım mesaj görülüyor. Bir buçuk saat boyunca ekrana bakıyorum. Bir şeyler daha soracak, "Çalış bak, yanıma gel." diyecek. Demiyor. Sohbet burada bitiyor. Dört cümle. Yazmaya karar verişim dört koca gün ve mesajlaştığımız dört küçük cümle. 
Bizim evde bir kanepe var, sığamadığım, her uzandığımda belimi mahveden. Elimde telefonumla, telefonumu yüzüme doğru kaldırmış sımsıkı tutarak uyuyakalıyorum. Sabah uyandığımda olanları anlatmak bile istemiyorum. Gece ateşlenmişim, koltuk yüzünden belim mahvolmuş, ateşlendiğim için ağzımın içi yara dolmuş, telefonu sıkmaktan avuçlarımla parmaklarımın arası kanamış. 
O hafta hiçbir şey yiyememiştim. Yaralar yüzünden. Habire uyuyordum. Rüyamda görürüm diye. Gözlerim şişmişti artık uyumaktan.
Yine hatırlıyorum. Konuşmaya ilk başladığımız zamanlar, dershanede hep en önde otururdum. Herkesten önce çıkayım da eve koşayım, onun yüzünü göreyim. Uzağı göremiyorum diye, dakika saymak için. Zil çalınca da koşa koşa eve giderdim.
İstanbul'a ilk gelişimi hatırlıyorum sonra. Bana o mesajı, gelmeme bir gün kala atmıştı. Adana'da nasıl kalırım diye uğraşmıştım. Kimseye belli etmemek için, araba garajında ağlayıp insanların yanına geliyordum. Bir ev tutmuştum, çatı katındaydı. Gelince, halletmem gereken o kadar işi tek başıma yaparken, yolları karıştırınca, yemeği yapamayınca, temizliği beceremeyince, oturup ağlıyordum. Bunların hepsi, o, beni sevmedi diye oldu! Beni sevseydi, bunların hiçbiri olmazdı ki! Allah benim belamı versin! 
Doğum günüyle sınavım arasında tam bir hafta vardı. Ben, sınavıma bir ay kala, onun doğum gününe gün saymaya başlamıştım. Dayanamayıp bir gün öncesinin gecesinde kutlamıştım. Hatta annemi ikna etmiştim, sınavımdan sonra İstanbul'a gelecektim, onunla buluşacaktım. Ona hediye alırdım belki, bir kahve içerdik, ben Adana'ya geri gelirdim. 
Önümde uçak bileti sayfası açık. Tek yapacağım şey, 'onayla'ya basmak. Ondan bir duysam, "Gel, içeriz." dese, anında gideceğim. Ne sınavı be, aklıma gelen en son şey sınav. Dayanamayıp sormuştum, "Geleyim mi?". 
Bana hayatında birisi olduğunu, mutlu olduğunu anlatmıştı. Teşekkür etmişti, ama gelirsem hayatındaki kişiye ayıp olacağını söylemişti. Evet, onaylamıştım; ama mutsuzluğumu.
Nazan Öncel, Yıldız Tilbe... Onun fotoğrafını gecenin birinde açıp ikiye kadar konuşurken arkadan şarkı söylüyorlardı, ben de prova yapıyordum. Şöyle diyeceğim, bana şunu söylerse öyle diyeceğim, ya demezse, o zaman da böyle derim!
Uçaktan inerken, insanlar İstanbul'u seyrediyorlardı. ben de "Şimdi bu dairelerden birisinde O mu oturuyor?" diyordum. Aynı şehirde nefes alıyorduk artık. 
Birinden nefret etmek için dua edeceğim aklıma gelmezdi. Sonra görmek için, sonra görmemek için, sonra beni hatırlaması için. Belki de unutmaması için, sonra mesaj atması için. 
Cehennemin dibindeki okuluma, sırf kantinde onu görürüm diye kendi fakültem olmadığı halde gidip oturdum. Bütün arkadaşlarını gördüm, Hepsi kanlı canlı karşımdalardı, bir tek o yoktu.
Diş hekimliğini kazandığımı görsün diye durum paylaşıyordum, en sonunda mesaj atmıştı, hayırlı olsun demişti. 
Aşk acısı çekince hayatınızdaki en ufak kötü gelişmeyi ona bağlıyorsunuz. Kaleminiz mi kırıldı, sizi sevmediği için. Ev mi kirleniyor, size değer vermediği için. Yolunuzu mu kaybettiniz, size yazsa emin olun doğru yolda olurdunuz.
Elimde kitaplarım ve omzumda çantamla Kadıköy'de yokuştan aşağı inerken, tam yanımdan, iki arkadaşına en kenarda bir şeyler anlatarak O geçti. Yana doğru dönmüş konuşuyordu.
Görünce elimdeki kitaplara ne olduğunu bilmiyorum. Arkamı döndüm. O, yokuş bitene kadar yana dönerek arkadaşlarına bir şeyler anlatmaya devam etti. Sonra da sola döndü, gözden kaybolana kadar izledim.
Bundan sonrasını yazmayacaktım, yazmak istemiyordum.
"Ben gidiyorum." diye bağırıp o yokuşu koşa koşa çıkıp sola döndüm. Her yere baktım, koşa koşa. Bir yandan ağlıyorum, bir yandan mekan kapılarında durup içeri bakıyorum. O kadar rezil, o kadar kimsesiz, o kadar çaresizdim ki.
Arkadaşım telefonda "Seni tabii ki gördü, görmemezliğe geldi. Şimdi eğer karşısına çıkmış olmak için çıkıp kendini gösterseydin senin aciz olduğunu düşünecekti, yapma." derken, bir mekanın merdivenine çöküp hıçkıra hıçkıra ağladım.
Beni görmedi diye mi, gördü de umurunda bile olmadım diye mi, görsün diye uğraşıp başaramadım diye mi, bilmiyorum. İki metre adamı görmüştür diye düşünüyordum.
Saçlarını kestirmiş, sarı kısımları gitmiş. Bembeyaz teni vardı. Simsiyah giyinmişti.
Allahım, neden ben? Dün hayatımın en boktan günlerinden birini yaşadım sanırken, o valizleri acilden çıkmış hasta halimle yaka değiştirip taşırken sınavımın en zor kısmındayım sanıyordum. Bugün neden böyle oldu? Ben neyi yapamadım da yine olmadı, yine niye üzülen, mahvolan ben oldum?
O mekan merdiveninden kalkıp onu aramaktan ve ona kendimi göstermekten vazgeçmiş bir şekilde rıhtıma doğru yürürken, aklımda tek bir şarkı çalıyordu: "Bunca şeyden sonra, bir sitem etmişim, çok mu? O kadar özlemişiz, bir merhaba yok mu? Ah o susmaların, başını eğmelerin, ya o gitmelerin yok mu? İnanıyorum hâlâ, bir deli gibi sana, inanmasam mı yoksa, bir umut işte..."
İyi değilim, iyi olmak için çabaladıkça daha da kötü oluyorum. Bu bir sınav mı bilmiyorum ama çok uzadı, artık kaldıramıyorum, başaramamaktan da çok korkuyorum. Ve sanırım başaramıyorum.