17 Ağustos 2024

Ergenlik Dramım: Kıl, Sakal, Bıyık Meselesi


Hazır bu aralar boşum, ergenliğimle ilgili birkaç şeyi anlatmak istiyorum. Bugün Diyarbakır'da berberde saç sakal tıraşı olurken hatırladım, kesen çocuğa anlatırken "Ayyy!" dedim, "Benim bunları blog'ta da anlatmam lazım!"
***
Maalesef çok geç kıl tüy çıkaran bi çocuk oldum. Yani ergenliğimin en büyük draması gerçekten çıkmayan kıllarım ve sakalımdı. Yaşıtlarım, sınıftaki oğlanlar, annemlerin her hafta birinin evinde toplandığımız gün arkadaşlarının erkek çocukları, apartmandaki yakın arkadaşım; hepsi zamanında kıl çıkarırken ben Eda Taşpınar'ınkilerle yan yana koysak sırıtmayacak sütun gibi, kılsız, ince ve parlak bacaklarımla Veet ağda reklamı oyuncusu gibiydim. Bu durum inanılmaz bi travma yarattı bende. 
Mesela beden dersi için soyunma odasında giyineceğiz sınıftaki oğlanlarla, baya hepsinin bacakları siyah siyah dolmaya başlamış. Hatta aralarında konuşuyorlar "En fazla hangimizde var ahaha!" diye. Ve ben, gariban ben... Sütun gibi bacaklarımla utancımdan okulun bok kokulu tuvaletinde giyiniyordum. Sanki beni kenara çekip "Heheheh kılsız kılsııızzz! Ergen bile olamamışşş hahaha!" diyeceklermiş gibi geliyordu. 
Bi gün hiç unutmuyorum, annemlerin günü var. Gün dediğim de her hafta bi gece bi ailenin evinde toplanıp pasta börek yiyoruz, büyükler sohbet ediyor, küçükler kuduruyor. Benimle yaşıt bi çocuk var, ben de onunla arkadaşlık ediyorum. Televizyonda ne varsa izliyoruz, Sihirli Annem mi Selena mı hatırlamıyorum şimdi. 
Çekti beni kenara, "Gel gel sana bişii göstereceğim!" dedi. Geçtik koltuğun oraya, kapıyı kapattı bu. Pat diye pantolonunu indirdi hayvan. "Ayyy, bana bi şey yapacak, n'apacak!" diye içimden geçirirken "Baaak, benim bacaklarımda kıl çıktı bi sürü!" dedi. Sonra da hızını alamayıp külotunun bi kısmını sıyırdı, "Baaak, pipimin üstünde de çıktı bişileeerrr!" dedi.
O kadar üzülmüştüm ki anlatamam. Hayvan çocuk ya, suratında da yavaştan sakallar bıyıklar çıkıyor, gelişkin pislik! Hem okul hem gün arkadaşım derken ben bu konuyu fena kafaya takmaya başladım. Ve ergenliğimin giriş kısmını bu şekilde tamamlamış oldum. 
Aradan uzun zaman geçti. Bu sefer de okulda sakal muhabbeti ediliyor. Liseye geçeceğiz, ben bildiğin köse! Okuldakiler sakal bıyık çıkarıyor, hatta tıraş olan bile var! Üzüntüden resmen kahroluyorum, durup durup anama babama soruyorum "Niye benim sakalım yoook!" diye. Hatta sorarken ağlıyorum, kahır meselem bu bildiğin. 
Liseye geçtik, abi bende sakal hâlâ yok. Ve sakal kontrolü yapılıyor sabahları, çok mutsuzum. O dönem televizyonda Küçük Sırlar var, Çet'in sakalları efsane. Her gece o kulüpten bu kulübe eğleniyorlar, altlarında son model araba, fıstık gibi giyiniyorlar. Ben evde izleyip izleyip kendimi yiyorum. 
O dönemde de bi üst kat komşumuz var. Aşırı yakışıklı bi üniversiteli, sakalı var, motoru var, eve sabaha karşı geliyor, aşırı eğleniyor. İnanılmaz iyi anlaşıyoruz. Apartmandaki Küçük Sırlar idolüm resmen. "Ben," dedim, "en iyi Burak Abi'ye yazayım, bi akıl alayım."
Facebook'tan hiç üşenmedim, yazdım. "Burak Abi." dedim, "Benim sakalım çıkmıyor ve çok üzülüyorum."
Önce bana espri olarak "Sarımsak sür." yazdı. Sonra da "Saçmalama." diyip anamların dediklerini söyledi. "Zamanı gelince çıkar, sonra bıkarsın, elleme, jilet vurma..." aynı şeyler. 
Ancak bi beyinsiz olduğum için annemler oturma odasında televizyon izlerken koşarak mutfağa gittim ve bir sarımsak aldım. İkiye kestim ve hayvan gibi bastıra bastıra yanaklarıma sürtmeye başladım. Ama nasıl bastırıyorum, durmadan, dakikalarca, baya çitiler gibi. Kıpkırmızı oldu yanağım. Sonra... Bi yanmaya başladı, aklın hayalin durur! Hıçkıra hıçkıra ağlıyorum, yok böyle bi yanma. Annemler koşup mutfağa geldiler, o yanmanın üstüne bi de babam dövdü bi güzel. Yoğurtlar, yanık kremleri derken bir iki haftaya anca toparladım. 
Ne yaparsam yapayım çıkmadı sakalım. Hafiften bıyıklarım çıkıyor ama onlar da incecik, resmen kırk metre uzaktan bağırıyorum "Ben ergenliğe yeni girdimmmm!" diye. Sonra düşündüm, jilet için hep daha hızlı çıkardığını söylüyorlar. Ben neden jiletle tıraş olmuyorum! 
Bu sefer de gizli gizli her sabah olmayan sakalım ve iki parça bıyığımı bol tıraş köpüğü süre süre jiletle tıraş etmeye başladım. Baya tıraş olurken role giriyorum, şarkı söylüyorum, içimden "Az kaldı, buralar sakalla dolacak!" diye temennilerde bulunuyorum. Jilet eskimiyor bile.
Sonra, zamanı geldi diye mi bilmiyorum ama ben sakallanmaya başladım. Ama kıvırcık ve aşırı sert. Öyle böyle sert değil, baya kabasakal gibi kabarık. Ve aşırı hızlı uzuyor, iki güne eskiye dönmeye başlıyorum. Arkadaşlarımın sakallarına bakıyorum, saçları gibi yumuşacık, asla kıvırcık değil. Uzayınca garip bi görüntü olmuyor, benimki gibi sağa sola çıkmıyor.
Yani o jiletin kahrını çekmeye başladım sanırım. Hangi berbere gitsem anlıyor, hemen "Kanka sen jilet mi vurdun sakalına?" diye soruyor. Bugün de sordular. Ben de anlattım, hem sarımsak hikayesini hem her sabah olmayan sakalımı jiletle kesmemi. Akıllandıktan sonra jileti çöpe atıp makineyle devam ettim ama nafile. 
Hatta bi yerde bugün hafif açıklık varmış, berber "Oralara sarımsak temas etmemiş herhalde." dedi :((

15 Ağustos 2024

Diyarbakır sever seni, sen beni seversen (2)


3. Gün: Benim siyah poşetim nerde?
Sabah Eti Burçak'la kahvaltımızı yapıp apar topar otelden çıktık annemle. Evde elektrik yok diye online bi şekilde elektriği üzerime aldım, arayıp teyit ettim, elektriğimin açıldığını söylediler. Adamlar matkap çalıştıracak, elektriğimin olması lazım. 
Evi temizlemek için varmadan bi sürü temizlik malzemesi, kova gibi ıvır zıvırları aldık ve eve geçtik. İstanbul'da yedi ev değiştirmiş ve bence bu konuda artık fikir beyan etmesi gayet normal biri olarak söylüyorum, en keyifle temizlediğim evim bu evim oldu. Kadir Ezildi gibi çitileye çitileye her bi dolabı temizledim, banyoyu hallettim. 
Temizlerken şunu fark ettim. Gerçekten her şeyin bi zamanı var. Bundan önceki evim hariç, diğerlerinde hep ev arkadaşlarım vardı. Memnun olmadığım ama ağzımı açamadığım şeyler vardı, ait hissetmediğim anlar oluyordu. Bunda öyle değil, bulaşık makinesi bile aldım yahu. İçimden geldiği gibi döşemek için doğru zaman bu zamanmış sanırım. 
Telefonum çaldı ve nakliye geldi. Bu arada, elektrik hâlâ yok! Arıyorum, "Var görünüyor, hemen ekip gönderiyorum." diyorlar, kimse gelmiyor. Adamlar "20 dakikaya işimiz biter, dolapları monte etmeye başlarız." diyorlar, 20 dakikam var anlayacağın şu zıkkım elektriğin gelmesi için. 
Altı kere aradım, en sonunda bi ekip geldi. Adam diyor ki "Aşağıda mühür var, buraya açma kapama ekibinin gelmesi lazım, ben açamam." Üzerime aldım, kesin şu mühürü, vallahi dolandırıcı değilim! Yok! Adam tutturdu "Kesemem. Ceza ödersiniz." diye. Abicim, ne cezası, ben her şeyi usülüne uygun yapıyorum, aşk olsun yaaa!
En sonunda, apartmandan birinin elektrikten tanıdığı varmış, geldi, şak diye halletti her şeyi, elektriğim geldi. Bilim insanlarından alnından öpmek istiyorum, ne önemli bi şeymiş yahu elektrik. Şirketi aradığımda bile kadına bağırdım bi ton telefonda: "Bana bakın, az sonra şarjım bitecek, karşınızda muhatap bile bulamayacaksınız! Elektriğim yokkk! Açınnnnn!" diye. Kıyamam, kadın ne bilsin bodrumda mühür var, "Ay ama açık görünüyor, var elektrik varrr!" diyor benim sinirime. Neyse şükür bu da halloldu. 
Önce, adamların bi poşetimi kaybettiklerini anladım. Kamuran'ın tuvaleti ve içinde bütün temizlik malzemelerimin olduğu poşet. Kıyafetlerim, kitaplarım olsa büyük olay çıkarırdım (ve hiçbir faydası olmazdı) ama affedilir şeyler diye ses etmedim. Vantilatörüm de sizlere ömür, kırılmış. Bi sandalyem yamulmuş, muhtemelen üstüne ağırlık gelmiş. Sonra, yatak odamdaki dolabı monte edemeyeceklerini ve dolabın resmen döküldüğünü söylediler. Tekrar kurmak için bi sürü malzeme lazımmış ve tahtalar hep eskimiş. Bu arada inanılmaz haklılar, adam bana İstanbul'dayken de göstermişti. Dolap bildiğin dandikmiş. "Yok abi, yapamam ben bunu, yapsam da üstüne yıkılır. Mobilyacı değilim ben." diyor, odada bilmem kaç bavul kıyafet bana bakıyor. 
O an, vahiy mi indi bana bilmiyorum ama sineklikçiyi aradım. Diyarbakır'da tanıdığım tek insan, sineklikçi canım abim. "Abi." dedim, "Böyle böyle. Bana marangoz lazım ama bu dolabı yeniden yaratsın n'olur, beş kuruş param yok!" Pat diye bi konum attı bana, "Git, selamımı söyle." dedi. O arada nakliyeciler gitmişti zaten. Taksiye atladığım gibi yanına gittim adamın, mobilya atölyesi gibi bi yer. Evime de çok yakın. 
Nakliyecinin dediği şeyleri söyledim, eksikleri hazırlayıp adamın arabasıyla tekrar eve geldik. Dolabımı tamir ettiler şükür. Sadece "Bi kere daha taşınırsan bu dolap dayanmaz artık, son hakkın bu." dedi. Ayyy canım dolabım, ev sahibi evden atmadıkça dolabımla mutlu mesut yaşamayı düşünüyorum. 
Sonunda annem, ben ve Kamuran kaldık. Gecenin körüne kadar bütün mutfak eşyalarımı tek tek ellerimle yıkadım, bütün evi dizdik neredeyse. Aslında baktığında ıvır zıvırlarım dışında çok fazla ev eşyam yokmuş ama taşınmak çok yorucu. Hâlâ ayak tabanlarım acıyor. 
Tüm bunlara rağmen... Hiç bilmediğim bi şehre, insanlara, yollara rağmen... Yine de, sıfırdan başlamak sanırım çok güzel. İstanbul'a ilk geldiğimde, faturaları üzerime almaya uğraşırken kaybolup yanlışlıkla Tuzla'ya gitmiştim, "Tuzla'ya hoş geldiniz." tabelasının altında dakikalarca ağlamıştım. Sonra n'oldu, İstanbul kazan, ben kepçe! Girmediğim deliği kalmadı koca şehrin, bilmediğim ortam, tanışmadığım insan, yemediğim bok kalmadı. Burası da öyle olacak, çok eminim. Alışmak için sadece biraz zamana ihtiyacım var. 

Şimdi gelelim, şehirden ufak notlara:
-Diyarbakır insanı o kadar tatlı ki, ilk kez böyle güzel insanlarla karşılaşıyorum. Evimde sıcak suyum yok diye üst komşum evine davet etti ve orada duş aldım. Kadın ben duştayken lahmacun yapıp verdi bana, eve de bir sürü şey indirdi, buna filtre kahve dahil. İstanbul'daki evlerimde bırakın taşınırken bi kap yemek vermeyi, aşure ayında bile şerefsiz komşularım bizim daireyi atlar, yanımızdakilere verirlerdi. 
-Çok sıcak! Ama Adana gibi terler içinde kalmıyorsun. Kafanı sıcak fırına sokuyormuşsun gibi düşün. 
-Ucuz! O koca lahmacun ve o güzel dönerlerin fiyatı nasıl iki basamaklı olabilir aklım almıyor. Annem iki güne bir lahmacun söyledi eve, soğanları içine doldura doldura yedik. Spora salonu buldum mesela, aylık ücreti nasıl oluyor da İstanbul'dakilerin üçte biri kadar olabilir yahu. 
-Adana'ya çok benzettim buraları. Daha keşfetmedim ama birkaç aya iyice anlarım diye düşünüyorum. 

Son olarak... Ben uzmanlık sınavına 5 aya yakın bi süre varken istifa edip eve kapanmıştım, öyle çalışmıştım sınava. Eşşekler gibi gerçek anlamıyla, hiç abartmıyorum. Sıfır temelle, oturup anam ağlaya ağlaya her şeyi en başından kendim öğrenerek. İyi ki bu kararı vermişim, iyi ki risk almışım diyorum. 
Afffferin lan Tolga, bunu da başardın şerefsiz! Senin elinden hiçbir şey kurtulamaz, yeter ki iste! Öptüm!

13 Ağustos 2024

Diyarbakır sever seni, sen beni seversen (1)



1. Gün: Taşınma ve nakliye problemleri (Allah belanı versin varil!)
İstanbul'da 7 ev değiştirdikten sonra artık nakliyeymiş, eşyaymış, ev kutulamakmış; uzman oldum bu konuda. Ama şunu net bir şekilde öğrendim. İstanbul, bi insanın tanıdıkla iş yapabileceği bi yer değil, nasıl bi şehirse artık hayattan soğuttu beni tanıdıkla yaptığım işler.
Nakliyeyi ayarladım, Bostancı'daki evin emlakçısının arkadaşıymış. Diğer fiyat aldığım yerlerin yarısı kadar fiyat verince kabul ettim hemen. Sadece nakliyelere verdiğim parayla Beylikdüzü'nde bodrum katta 1 artı 0 ev sahibi olabilirdim yemin ederim. Neyse, ayarlayan emlakçı bana dedi ki "Tolgacım, adamlar varilleriyle gelecekler, sen özel eşyalarını kaldır, mutfağı onlar toplayacaklar." Ben de tabii ki bu olaya dünden razı olduğum için mutfağa elimi bile sürmedim, adamlara da kolaylık olsun diye her şeyi tezgaha koydum. 
Adamlar geldi, üç kişiler. Birini hiç sevmedim Allah affetsin. Neyse evi topladılar, mutfağı gördü benim sevmediğim adam, "E kardeş sen daha toplanmamışsın." dedi. 
"Benimle öyle konuşmadılar yalnız, sizin yanınızda varil getireceğinizi söyledi Erdinç Bey."
"Kimse konuşmadı benimle ne Erdinç Bey'i. Yanımızda da ne varil var ne kutu. Şu karşı marketten kutu bul sen."
Şok oldum, adamın tavrına da söylediklerine de. Yani yirmi dakika sonra taşınmam bitiyor ve mutfak olduğu gibi duruyor, tencerelerim bana el sallıyor, su bardakları ve tabaklar halay çekiyor. Gittim Erdinç Bey'i aradım, adam bana diyor ki "Olur mu Tolga Hocam, ben konuştum onlarla, şimdi varil gönderiyorum evinize, unutmuşlar herhalde." 
Adama söylüyorum, "Varil geliyormuş, Erdinç Bey sizi aramış." diye. Dediği tek şey, "Varil gelmiyor, beni kimse aramadı."
Neyse, o yirmi dakika da bi şekilde bitti ve varil gelmedi tabii ki. Mutfak hâlâ olduğu gibi duruyor. Adamlar geldi yanıma, "Abi bizim işimiz bitti, çıkıyoruz." dediler. 
"E mutfak?"
"Toplamadın mı sen?"
"Neyle toplayacağım, kutu mu var evde? Varil geliyormuş hem."
Adam gözlerini kocaman açtı, bildiğin üstüme üstüme geldi.
"BANA BAK. KUTU DA BENİM, VARİL DE BENİM. BEN YOK DİYORSAM YOKTUR. BENİ KİMSE ARAMIYOR, SEN BENİMLE MUHATAP OLACAKSIN."
Bi altıma sıçtım var ya. Dövse döver beni hayvan gibi herif. Diğer adam geldi hemen yanımıza.
"Karşı marketten kutu bulayım ben hemen hallederiz." dedi, kutu bulup geldi. Ve mutfağı el birliğiyle toparladık. Sonra da pazar sabah geleceklerini söyleyip basıp gittiler.
Kamyonu köşeyi dönene kadar izledim. Kamyonla beraber İstanbul'daki hatalarım, hatıralarım, yediğim boklar, mutluluklarım, hıçkırıklarım, sarhoşluklarım; hepsi gitti. Niyeyse delicesine mutsuz değilim. Hayat, büyük değişiklikler yaparken bana hep daha özelini verdi nasıl olsa. 

2. Gün-Sabaha Karşı: Diyarbakır yolcusu kalmasın!
Sabah 7'deki uçağım için Melike'nin evinden üç buçukta çıkıp elimde Kamuran ve kafesiyle birlikte e5'te otobüs beklemeye başladım. Kulaklığımı bile takamadım, o derece uykum var ve Kamuran miyavlamıyor, adeta çığlık atıyor. 
Otobüs geldi, ben Kamuran susar da az kafayı koyar uyurum diye düşünürken otobüsün deli gibi dolu olduğunu fark ettim, adım atacak yer yok. Ama insanların çıtı çıkmıyor, herkesin yüzünde aynı ifade var. "Allahın şu saatinde binmişiz, varalım gideceğimiz yere sessiz sessiz." ifadesi ve temennisi. Ancak hesaba katmadıkları bi şey var ki o da Kamuran'ın miyaaaavvv çığlıkları. 
Hayvan öyle bi korktu ki, içli içli miyavlıyor. Herkes dönüp bize bakıyor, "Hasbinallahhhh!" diyenler var. Ne yapayım, hayvanın ağzını mı kapatayım, korkuyor işte. Dayanıverin bi saat. 
Havaalanına vardık. Bilet, sıra bekleme, ikinci kapı derken sonunda uçağa binerken bulduk kendimizi. Birkaç gündür öyle kötüydüm ve uykusuzdum ki. Hem taşınıyorum diye gereksiz bi duygusallık vardı üstümde hem de yine kafaya takacak birkaç şey buldum, onları sonra anlatırım. Uçağa binip koltuğa oturur oturmaz, kucağımda Kamuran; kafamı kafesine yaslayıp bi uyumuşum. Hayatımda ilk kez uçağın kalktığını bile hissetmedim, direkt bayılmışım. Uyandığımda iniş için alçalıyorduk. 

2. Gün-Sabah: Turist Ömer kafası!
Bizi havaalanından annemin bi akrabasının tanıdığı aldı, annem de otobüsle benden bi saat önce gelmiş Diyarbakır'a. Adam dünya iyisi, bizi alıp direkt Eski Diyarbakır'a kahvaltıya götürdü. Ama beynim tamamen durmuş vaziyette, aşırı uykusuzum, adama doğru dürüst cevap veremiyorum, annem arkadan cümlemi tamamlıyor. Bi uyusam öyle güzel olacak ki anlatamam. 
Kahvaltıdan sonra adam bizi otele bıraktı. Kamuran'ı kabul eden tek otel burasıydı ama o da tuttuğum eve aşırı uzakmış aslında. Yapacak bi şey yok diyip odaya girdik. Tam uyuyacağım, birkaç gün önceden ölçü alsın diye ayarladığımız sineklikçi aradı, "Abi ben eve geliyorum ölçü almaya." diye. Kamuran atlamasın diye ilk yaptırdığım şey sineklik oldu bütün pencerelere. Hem ben böcekten de korkuyorum zaten hem de Kamuran pencere kenarını çok seviyor, bi kuş sinek görür, uçar aşağı. Hooop, dinlenemeden basıp eve geldik. 
Hiçbir şey bilmediğimiz için sora sora o sıcakta eve yürüyerek 20 dakika uzaklıkta bi yerde indik dolmuştan. Taksi yok, doğru dürüst araba bile yok. "Nerdeyiz lan biz?" derken uzun uğraşlar sonunda eve vardık ve resmen esmerleştik. 
Evime bayıldım, n'olurrr kıçını kaşı. Hayatımda oturduğum en güzel ev, odaları dev gibi, yepyeni bina, öyle mutlu oldum ki anlatamam. İstanbul'da Feriha'nın evi tarzında yerlerde oturduğum için burası bana ilaç gibi geldi. 
Sineklikçi ölçüleri aldı, biz de otele döndük. Bu gece ve yarın gece kalıp Pazar sabah nakliyeyi karşılamak için otelden geleceğiz tekrar.

2. Gün-Gece: Uyur uyanık
Akşam 9'da bi uyumuşuz annemle, uyandığımda gece 3'tü. Baktım bi sürü cevapsız arama. Aaa, nakliye. Aaaa, "Biz yarın öğlen getiriyoruz eşyalarını." yazmış bana. Ulan hani Pazar'dı! Bütün rezervasyonlar ona göre yapıldı, adamlar kafalarına göre iş yapıyor. Neyse, dedim; vardır bi hayır. Kafayı vurup tekrar uyudum. Yarın eşyalar geliyor anlayacağın. 

18 Temmuz 2024

Kadıköy alarmlarla inlerken...

Kanal tedavisi uzmanı oluyorum, Diyarbakır'a atandım. Yine taşınıyorum. Ama bundan bahsetmeden önce yediğim son boku anlatmam lazım. 

***

Yine parasızlıktan mahvolduğum, "Acaba hangi şehre taşınıyorum?" diye merak ve stresten öldüğüm bi gün, yakın bi arkadaşım aradı. Daha önce Kadıköy'de kendisinin garson olarak çalıştığı ve güzel paralar kazandığı pub'ta eleman aranıyormuş. "Şehir belli olana kadar çalışmak ister misin?" dedi. Biliyorsunuz, garsonluk diyince de ben! Bu sefer eve de yakın, tek araçla 25 dakikada ordayım, Taksim'e kadar gitmeye gerek yok. "Tamam." dedim, "Kadınla görüşeyim." En fazla ne olabilir ki? (Bu cümle minvalinde ne zaman bi şey söylesem, başıma öyle geliyor ki...) Beğenmezsem ayrılırım. 
Kadına numaramı vermiş. Bu arada "Kadın biraz deli ama kötü bi insan değil, merak etme." dedi. Kadın gecenin bi saati şak diye beni aradı. İşte klasik sorular, "Tecrüben var mı? Olsun, bana iki gün bile fazla, ben tecrübesiz garson istiyorum." derken beni görüşmeye çağırdı bi yere. Bu arada kadından asla negatif bi enerji almadım. Belli, sıkıntıları var ama benlik problem yok. 
Kalktım, hazırlandım ve görüşmeye gittim. Kadının rahatsızlığı varmış, bi sürü ameliyat olmuş, tekerlekli sandalyede. Anladığım kadarıyla bu süreçte birçok şeyin boş olduğunu anlamış. "Param var ama bi boka yaramıyor."a getiriyor sohbeti. Tekamüle mi ermiş bi şey olmuş. "Evren seni boşuna karşıma çıkarmadı." falan diyor bana. Ablaaa bi dur, ben de çok matah bi şey sayılmam, evrene teşekkür etme hemeennnn, yanarız! Bir sene önce, kendisi bu kadar ciddi ameliyatlar geçirmeden önce Kadıköy'ün en işlek pub'ıymış ancak ameliyat olunca tüm işi yeğenine vermiş, o da içine sıçmış her şeyin. Şu an bomboşmuş, çok üzülüyormuş böyle olmasına. Bütün müşterilerini kaybetmiş, yeniden canlandırmak istiyormuş. (Bu arada haklı, dediği yere oturup bira içmişliğim çoktur, son bir senedir açık olduğunu bile fark etmemişim.) Bu zamana kadar çalıştığı herkesle sorun yaşamış nerdeyse. Kasadan para çalanlar, şişe şişe alkol çalanlar; hep karakolluk olmuşlar. Beni de "Kimseye güvenmeyeceksin!" diye tembihliyor. 
Anlaştık, "10 saate 850 tl, yeğenimle çalışacaksınız, bahşişleri ikiye bölersiniz." dedi. Beyoğlu'nda 700'e çalıştığım o anlar geldi aklıma, duygulandım. "Yarın öğlen 12'de pub'ın önünde buluşalım, direkt temizliğe başlarsın sen. Ben de kızımla geleceğim, sana yardım ederiz, ne nerde gösteririz. Bir saate de yeğenim gelir, beraber çalışır anlaşırsınız." dedi. Üstüne basa basa dedim ki "Bakın, benim iki günlük tecrübem var, daha kredi kartıyla ödeme bile alamıyorum." Sorun yokmuş, hatta öylesi daha iyiymiş, yeğeni bana anlatırmış her şeyi, tecrübeliler çok dolandırmış onu çünkü. 
Eve döndüm. Hemen kazanacağım parayla günlerimi planladım. 10 gün boyunca minibüs paralarını çıkarsam, kalanı kartıma yatırsam biraz rahatlıyorum. Geçen ay ekside kaldım ödeyemeyince, bana bi gülme geldi. Birkaç gün sonra da, veda partim için beğendiğim gömlek vardı, onu alırım. E tamam süper, zengin oluyorummm tanrımmmm!
Ertesi gün, iki dirhem bi çekirdek giyindim, tam dediği saatte pub'ın önüne geldim. "Tekerlekeli sandalyede sonuçta, arayıp rahatsız etmeyeyim, belki gelmek gitmek zordur." diyip beklemeye başladım. İşte insanlara selfie atıyorum, boş boş 101 oynuyorum, "Vayyy canım Kadıköy, ben geldim bee!" falan diyorum içimden. Ama kadın asla aramıyor ve gelen giden yok. Çeyrek geçe gibi kadını aradım, açmadı; yazdım, dönmedi. Beklemeye devam edeyim, dedim. Bu arada hava aşırı sıcak. Yarım saatin sonunda kadın beni aradı. İşte kaos tam olarak burdan sonra başladı.
-Alo, Tolga, nerdesin?
-Mekanın önündeyim, siz nerdesiniz? Yarım saattir bekliyorum sizi. (Bunu da bilerek söyledim, 10 saatim dolunca vınnnn uçmak için)
-Evdeyim canım. O zaman şöyle yapalım, sen eve gel, ben sana anahtar vereyim, git aç mekanı.
Pat diye kapattı telefonu. Yarım saat bu sıcakta beklettiği yetmiyor, bi de ayağına çağırıyor sanki dün konuşmamışız gibi. Bana öyle bi sinir geldi ki bi anda, gözüm seğirmeye başladı. Attığı konuma yürüyerek 12 dakika gösteriyor. Hayır, madem eve çağıracaksın anahtar vermeye, dün neden mekanda buluşacağımızı söyledin mal karı. Neyse, dedim; 850 tl'ye aşırı ihtiyacın var, ağzını açma, belli ki kadın bunadı, git anahtarı al. Kalktım, gittim. 
Kızı açtı kapıyı, anahtarı aldım, "Ay kolay gelsin." dedi, arkadan da kadın geldi, "Sen git, alt katta temizlik malzemeleri var, onları al, başla etrafı silmeye, geliyorum ben de arkandan, yeğenim de gelir birazdan." dedi. Ama benim suratımı görmeniz lazım, resmen terör estiriyorum. Sinir oldum, zekama hürmetsizlik yapılıyor gibi hissediyorum böyle durumlarda. 
Söylene söylene pub'a gittim. Kapıyı açtım, yeğeni alttan üstten her yerden kilitlemiş. İçeriye girdim ve hooop, olanlar oldu! 
İçerde alarm varmış meğer. Bi ötmeye başladı, Allah belamı versin bakın kaç gün oldu, hâlâ kulaklarımda çınlıyor sesi. Asla durmuyor, asla! Flaş açtım önümü görmek için, kumanda gibi bi şeyin önüne geldim, her tuşa basıyorum, asla durmuyor! Bakın, aklınıza ne ses getiriyorsanız onu beşle çarpın, öyle bi alarm düşünün. Kadını arıyorum, asla açmıyor; 37 kere aramışım kadını. Sen nasıl iki günlük garsona koca pub'ın anahtarını verip telefonuna bakmazsın abi, sen ne salak bir kadınsın. Yok yok yok; durmuyor alarm!
Aklıma ilk gelen insanı aradım. Beyoğlu'ndaki pub'ta beraber çalıştığım ablayı! Beni görüntülü aradı hemen, kumandayı gösteriyorum, bi tarafında ufacık 1968 yazıyor, onu gördü, onun üzerinden şifre deniyoruz. Asla durmuyor! 
İşi ayarlayan arkadaşımı aradım, o da hastada kanal yapıyormuş, çocuk ben kriz geçirdiğim için hastayı koltukta bırakıp Youtube'dan güvenlik sistemini çözmeye çalıştı bir saat. Markayı aramış, açan yok; kadını arıyor, açmıyormuş; "Kızına ulaşmak lazım." diyor, kızının numarası yok! 
Tam 45 dakika geçti. Bütün Kadıköy ayağa kalktı. Önce dönerciler geldi, sonra Köstebek çalışanları, yan taraftaki hediyelikçinin elemanları, kapının önünde arabalar durmaya başladı, insanlar toplanıyor ve ben içerde tek başıma kriz geçiriyorum. Dışarı çıktım, bildiğin bekleyenlere yalvarıyorum, "N'oluuur bilen varsa kapatsın şunu n'oluuur!" diye. Kimse bi şey bilmiyor, herkes bakıyor öyle. 
Bu arada polis gelirse sıçtım, sigortam da yok, atanıyorum, soruşturmam var. Daha garsonluktaki ilk günüm, içimden "Polise ne derim?" diye senaryolar uyduruyorum. Bildiğin uzak resimde hırsız gibi görünüyorum çünkü. 
O anda da apartmanda balkondan balkona kavga çıktı. Pub'ın üstündeki apartmandaki bütün Kadıköy teyzeleri balkona çıktı.
-Yeteeeer yeteeeeer! Beynimizi mahvettiniz öğlenin şu saatinde!
-Ay bu ne yaaa, kapatın artık şunu!
-Susun beee, çocuk da belli ki bilmiyor alarmı kapatmayı, ne bağırıp duruyorsunuz!
Ayyy, bi teyze beni savununca hemen gittim balkonunun altına. "Teyze," dedim, "Ben kadına ulaşamıyorum." Bu arada kadını herkes tanıyormuş, her gören "O zaman kızını ara." diyor. Kızının numarası yok, kızında ayrıca bi zeka da yok, insan alarm var demez mi anahtarı verirken. En son teyze dedi ki "Kapat kapıyı, belki durur." İçerden anahtarı aldım, çantamı aldım ve pat, alarm durdu! 
Tam o anda önümde koca bir bira kamyonu durdu, ayak ucuma altı kasa bira ve iki fıçı indirdiler, hiçbir şey söylemeden elime bir fatura uzattı adam, "Hadi kolay gelsin." diyip gitti.
45 dakika kulaklarımın kanadığı bir savaştan çıkmış ruhum, etrafımda litrelerce bira ve dağılmaya başlayan kalabalıkla pub'ın önünde kalakaldım. Bütün vücudum uyuşmuş gibi hissediyorum stresten ve kadın telefonlarını hâlâ açmıyor. Teyzeler bile aradı, yok kadın ortada!
Yirmi dakika bekledikten sonra kadın geldi. Önce kapının kapalı olduğunu gördü, sonra suratımı, "N'oldu?" dedi.
-Nerdesiniz siz? Defalarca aradım, neden açmadınız?
-Aradın mı? (Telefonunu çıkardı çantasından.) Ah canım, 30 kere aramışsın gerçekten.
-Bütün Kadıköy alarmla ayağa kalktı, insanlar toplandı buraya, neden bana bir alarm
olduğunu söylemediniz?
-Ah evet alarm vardı, di mi? Dur ben yeğenimi arayayım, ondan öğrenirim şimdi. Bira mı sipariş etmiş bi de, onu da sorayım...
Kadının sakinliği karşısında ellerim ayaklarım daha fazla titremeye başladı. Saygısızlık etmek de istemiyorum ama karşısında aptal yok. Yeğeni telefonunu asla açmadı bu arada, beş kere falan aradı. 
-O zaman ben bi kızımı arayayım, o biliyordur belki.
Ne 'belki'si yaaa! Abi, ben mekan sahibi olsam asla böyle olamazdım ya, çıldırmak üzereyim! Kızıyla konuşurken telefonu bana uzattı.
-Ay Tolga Bey kusura bakmayın ben alarm olduğunu söylemeyi unutmuşum size, işe dalmışım da. Şifre xxxx, kolay gelsin.
Bunlarda ailecek sıkıntı var ya, söylemen gereken tek bi şey var zaten 'kolay gelsin'den hemen önce. Ne bu rahatlık abi! 
Bana bi anda geldiler. Allahım, böyle anlardaki Tolga'yı hiç sevmiyorum ama gerçekten iyi sabrettim bence. Bundan 8 sene önce 4. Levent'teki ev arkadaşımı da bu yüzden dövmüştüm, hani bi çift vardı ya, bağır çağır sevişen. Onuncu uyarışıma rağmen beni takmayıp inleyerek uyandırdıkları için. Yine bana o sinir geldi.
-Yeğeninizi arayın. 
-Arıyorum da açmıyor canım ya. Senin var mı bir arkadaşın bugün sana yardıma gelsin.
-Anlamadım?
-Bugün sen tek kalma diyorum, yeğenim, kerata, açmıyor telefonlarını. Sen yanına birini bulsan mı fakülteden falan? Ben az ileriye kiracımla görüşmeye gideceğim de canım, bir iki saate gelirim.
-Ne diyorsunuz siz ya, ne fakültesi? Ben mezun olalı kaç sene oldu, fakülte mi kaldı; hem ne demek birini bulmak? Bana bakın, o yeğeninizi arayın buraya gelsin, benim asabımı daha fazla bozmayın. Beynimin içinde alarmlar hâlâ çalıyor, beni sakın germeyin daha fazla, ben gerilirsem sizi burada öyle bir gererim ki şok olursunuz. Alın şu anahtarı da, (anahtarı kadına verdim) bir daha da düzgün iş yapmadan, insan gibi iletişim kurmadan çağırmayın kimseyi buraya. Asabımı bozdunuz öğlenin şu sıcağında. Kiracıya gidecekmiş, ha ha ha, siz ne dediğinizin farkında mısınız?
Kadının gözleri büyüdü büyüdü, şoka girdi resmen. Etrafa bakmaya başladı, bi sürü kasa bira, fıçılar... 
-Ama şey... Biralar, bunların içeri konması lazım. Ben gideceğim şimdi, bunlar dışarda mı kalsın?
-(İtici bi şekilde güldüm.) Kaldırmayacağım. Niye belim ağrısın ki? 
Ve çıktım gittim. Bi daha da bu sektöre tövbe, benden bu kadar. Karşısındaki insanın bi insan olduğunu, duyguları, düşünceleri ve bi zamanı olduğunu unutan veya yok sayan herkesten nefret ediyorum. Dünyayı kurtaracak şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama batıracak şeylerin listesini ezberden sayabilirim böyle insanlar yüzünden. 
Saygısız karı!!!! Sinirim geçmedi hâlâ!!!!

25 Haziran 2024

Ehliyet alacaktım, alabilirdim, alamadım...


Çocukluğumdan beri hiç araba sahibi olmadığımız için ne araba sürmeye merakım vardı ne de yeteneğim. Sanırım yer yönle alakalı olarak büyük problemlerim var. Birinin evine on kere gitmeden o evi öğrenemem, yol tarif edemem, edilen tariften hiçbir şey anlayamam, "sağa dön." derler sola döner giderim, hiçbir arkadaşım haritadan yola bakmam için beni öne oturtmaz çünkü asla tarif edemem... Bu liste böyle uzayıp gider. 
18'imden beri de ehliyet almayı erteledim. Çünkü kendimi tanıyorum. Hiç pratik yapmadığım, deli gibi korktuğum bi alan araba kullanmak. Neden bilmiyorum ama kaza yapmaktan çok korkuyorum. Kimin arabasına binsem hep o üstteki yerden tutunurum bütün yol boyunca nerede oturursam oturayım. Hızlı giden arkadaşımı uyarırım, kullanırken esneyen arkadaşım varsa yusuf yusuf olurum. Bana dünyanın en zor, en komplike işi gibi geliyor. Ayakların farklı pedallarda olacaaak, bütün aynaları aynı anda göreceksiiiin, ani fren yapabilmen lazııım, bi yandan yola bakacaksııın. Oooof! Yazarken bile fena oldum.
Tam 9 senelik bu müthiş ertelemem dayımın "Oğlum sen mal mısın? Neden ehliyet almıyorsun? Koca ailede bi sen kaldın bilmeyen. Alsana evladım." diyişiyle son buldu. Sonra da kuzenler arasında artık deyim haline gelen o cümle duyuldu tabii: "Tolga, Aslı Yenge bile aldıysa, kesin alırsın sen!" Aslı Yenge bile aldıysa... Bakın, unutmayın burayı. 
Geçen sene sanırım, bi anda bi haber çıktı ya "Sürücü kurslarına korkunç zam!" diye. Tanıdığım birinin de sürücü kursu var. "Bugün parayı gönderirsen eski fiyattan yardımcı olacağım." dedi, gönderdim ve kaydoldum. Hem de manuelden! Bakın, daha sağını solunu bilmeyen bir insan olarak o andaki oy çoğunluğu yüzünden pat diye "manuel" diyiverdim! Hayır sen kimsin! Sen kim-sin! Ne manueli! Neymiş, ilerde ya alacağım araba manuel olursaymış; ya acil bi durum olursa ve kullanmak zorunda olursaymışım; otomatikçiler sadece otomatik sürermiş ama bak manuelcilere, onlar hepsini sürebilirmiş; onun keyfi bambaşkaymış da bilmem ne! Anlayacağın, daha ilk anda sıçtım. 
Bir de, geleceği o kadar görmeyen bi insanmışım ki, "İş yerime kurs yeri yakın olsun." diye kaydolduğum klinikten istifa edip evime 90 dakika uzaktaki yere araba kullanmayı öğrenmeye gitmeye başlayacağım, bakar mısın şansa! 
Bendeki şansın seyircisi olmaya devam edelim. Kurs sahibi tanıdığım biri olduğu ve anladığım kadarıyla da bi tık kahpe ve unutkan olduğu için sen benim kaydımı unut. Ben de zaten böyle bi yere kursa gideceğimi beynimden silmişim bile, travma silmek gibi. Beni aylar aylar sonra pat diye aradılar. 
-Tolga Bey merhabalar. Sizi çok acil bu hafta sonu teorik sınava almamız gerekiyor.
-Neden acil?
-Bu hafta girmezseniz kaydınız silinecek çünkü. Ertunç Bey unutmuş sanırım, kusura bakmayın.
Dakika bir, gol bir! "Neyse yaa." dedim, teorik yani, geçeriz bi şekilde. Çünkü kimi duysam "Ay bi saat bakıp girdim, 88 aldım.", "Valla yolda giderken okudum bi kere, 92 aldım." diyordu. Bu arada, bunlar olurken ben ilk iş yerimden istifa etmişim, ikinci kliniğe başlamışım, ikincide de ara ara "Ben burdan da mı ayrılsam yaa?" perileri geliyor aklıma. Zaman o kadar geçmiş yani! 
Sınav akşam 6'daydı, birkaç saat önce de hastam yoktu. Oturdum internetten dört beş tane deneme çözdüm ellişer soruluk, "Tamam!" dedim, "Daha ne yaa! Çok bile çalıştım! Millet bi kere okuyormuş!"
Geçme notu 70'miş, zar zor 72 aldım! Otuz kere kontrol ettim sınavı, yemin ederim çok zorlandım ya! Kime puanımı söylesem bana götüyle güldü yaaa! Aşk olsun size!
Sonra ben yine bir ehliyet kursum olduğunu unuttum. Anladığım kadarıyla kurs sahibi arkadaşım da beni yine unutmuş. O arada ben ikinci klinikten de kriz geçirip istifa ettim, uzmanlık sınavına hazırlanmak için eve kapandım, hatta sınava üç buçuk ay falan var. Pat diye bi telefon. 
-Tolga Bey merhabalar. Sizin bu hafta bütün derslerinizi yapmanız gerekiyor, haftaya pratik sınavınız var.
-Erteleyemez miyiz ya? Benim sınavım var, merkez çok uzak, gel git yaparsam çok zaman kaybederim.
-Maalesef, haftaya olan sınava kesin girmeniz gerekiyor. Kusura bakmayın. 
Bence bu yazının da ana fikri, tanıdıkla iş yapmamak! Neyse, whatsapp'tan programımı gönderdiler. Bildiğin hemen başlıyorum. Hemen de bitiyor dersler. Ulan ben daha bırak direksiyona elimin değmesini, gazdan frenden başka üçüncü bi pedal olduğunu bile öğreneli birkaç ay olmuş, bu kadar az ders mi verilir! Yine kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum, "Hallederiiim." diyorum, Aslı Yenge bile halletti sonuçta. Kadın şimdi Adana'da arabasız tuvalete bile gitmiyormuş! 
İlk dersimde, arabayı o kadar çok stop ettirdim ki, hocanın yanımda kriz geçirişini an be an izledim! Bu arada Ertunç bana yapabileceği tek iyiliği yapmış bu süreç boyunca, hoca kursun en iyi hocasıymış. Kesinlikle öyle olduğunu düşünüyorum ben de. Bir de bana ders hediye etmiş yediği bok yüzünden. Önce benim mal olduğumu düşündüğü için bence, bana karşı biraz soğuktu ama sonra çok alıştık, beni duraktan almaya başladı. Ben de ona her sabah simit alıyordum. 
Buraya derslerde neler olduğunu yazıp kendimi rezil etmek istemiyorum. Kavşaktan dönerken kavşağın üzerine mi çıkmadım, az kalsın bi kazaya sebep mi olmayacaktım, adam yanımda "Hız yapma!" dediği halde düz yolda gaza mı basmadım, fren diye gaza basıp adamı krize mi sokmadım... Son derste hâlâ yolu öğrenememiş, hocaya soruyordum "Buradan mı dönüyordum yaaa?" diye. Adam muhtemelen benim diş hekimi olduğuma inanmadı içinden, "Bu, üniversite sınavını hangi beyinle kazandı acaba?" diye içinden geçirdiğine eminim. Ama bi şekilde o 10 gün bitti arkadaşlar. Ve sınav günüm geldi.
Hayatımda hiçbir sınavımda bacağım titrememiştir, sınav başladığında titremesi dursun diye içimden nefes egzersizleri yapmaya başladım! Lan bu ne, nasıl bi ortam bu, arabada 4 kişi var ve herkesin canı bana mı emanet! Üstelik deli gibi trafik var, deli gibi araba var! Benim derslerimde yol bomboştu. Tanrıııımmm!
Kemerimi taktım, aynalarımı ayarladım, el frenini hallettim. Araba gitmiyor! Ayağımı çekiyorum, başka bi şeyler yapıyorum, yok yok yok! Komisyon döndü bana, "Tolga Bey, bi şeyi unutmadık mı?" dedi. Ayyyy, vitesi 1'e almamışım, öylece boşta kalmış! Yapmam gereken üç tane falan şey vardı, birini unutmuşum. "Hehehe, yaaa, heyecan sanırım!" diyorum ama arkada hocam oturuyor, suratını görmeniz lazım. 
Bi yandan da beni konuşturmaya çalışıyorlar. Susun bi ya, zaten heyecandan öleceğim şimdi. Ben de yiğitliğe bok sürdürmüyorum güya ama rezalet gidiyor her şey! "Hekimim." ayağı yapıyorum ki bana acısınlar da geçirsinler diye. 
Karşıma yine bi kavşak çıktı. Yemin ederim, gözüme perde indi sanki. Yolu, adımı, soy adımı bile unuttum! Dönüp komisyondaki adama dedim ki "Paaardoonn, burdan mı dönüyodukkk?" E be salak Tolga, dön işte, ne soruyorsun! "Tolga Bey, adayın yolu bilmemesi kırmızı hata, biliyorsunuz di mi?" dedi. "Ayy heyecandan unutuverdim." dedim, hocanın arkada nefes alışverişi bile değişti kıyamam ya. Döndüm o kavşağı. 
L park için sıraya girdik. Hocanın bana yüz kere mantığını anlatmak için çıldırdığı ama ısrarla benim anlayamadığım, full ezber gittiğim o alan! İşte "Omzuma şu yeşil boya denk gelince tam kırıyorum, burun ucuma şurası denk gelince terse, azıcık arkaya, bilmem ne!" İçimden tekrar ede ede parkı cillop gibi yaptım! Derslerde mutlaka bi falsom oluyordu, sorunsuz bitti! Hoca ve komisyon bindi arabaya.
-Hocaammmm, nasıldım ama! Derste çok kötüydüm ama şimdi fıstık gibi oldu!
-Aaaa, Tolgacım olur mu hiç kötü falan? Sen derste de çok iyiydin ya! 
Adam dişlerini sıka sıka bana resmen "Sus!" dedi, hemen sustum. 
Park alanından çıktık, yolda gidiyoruz. Yine bi sürü araba, arabanın içinde adayların suratlarını görüyorum, biri kaldırımda ağlıyor! Yine fena strese girdim manzaralara baktıkça! İçimden "Ben ne olacağım yaa?" diye geçirirken yanımda oturan adam bi anda "DUR!" dedi. Oranın 'Ani durma alanı' olduğunu ve benim ani fren yapma yeteneğimi ölçtüğünü adama dönüp "Bi dakika, şu an müsait değilim, az sonra durucam!" dedikten sonra anladım maalesef! Bi iki dakika sonra durdum ve komisyon kriz geçirmeye başladı.
-BURASI ANİ DURMA ALANI! NASIL DURMAZSINIZ!
-Ya unuttum ne yapayım, pardonnnn. 
Hoca da arkadan lafa girdi:
-Derste de çok çalıştık aslında burda. 
O anda mal kızın biri, bi arabanın camından çıkmış, güya video çekiyor. Bizim önümüzden geçti bizi kameraya çeke çeke.
-BU KIZ KİM! SİZİN ARKADAŞINIZ MI? NEDEN BİZİ VİDEOYA ÇEKİYOR!
-Tanımıyorum yaa, ne biliyim kim. Benim arkadaşım durağın orda bekliyor beni. 
Ayyyy, adam bildiğiniz kriz geçirdi arkadaşlar. Komisyondaki diğer adam sakinleştirdi ortalığı. Onun da oğlu diş hekimiymiş, yakın hissetti bana karşı bence. "Neyse, devam edelim, az kaldı." dedi. 
İçimden diyorum ki, "Yine adını altın harflerle bi yere kazımayı başardın, senin ben ağzına sıçayım Tolga!" Kesin kaldım yani! Hocanın suratına bakıyorum, 10 gündür verdiğimiz emeklere ağlıyor bence, yediği simitlere, aldığı kilolara üzülüyor. 
Sıra, paralel parka geldi. Asla anlayamadığım, dünyanın en zor parkı! Komisyon "Sağa doğru geçelim, orada duralım." dedi. Sağa doğru geçerken dubaları öyle güzel ezdim, tekerleğimin altına aldım ki... Komisyon zafer kazanmış bi edayla "EHHH YETER!" diyip el frenini çekti. "Arkaya geçelim Tolga Bey." 
Ve o sahne yaşandı maalesef. Ben ve hocam arkada beraber oturuyoruz, önde komisyondakiler; beni durağa bıraktılar eve kolay gitmem için. 
Sonra o günün akşamı kurstan tekrar aradılar. "Haftaya sınava girmek zorundasınız, bi ders daha alıp. Üç hakkınız kaldı." dediler. "Canım" dedim, "Ben almiyim. Ben bi dersle hiçbir şey öğrenemem, anladığım kadarıyla sınav da ertelenmiyor, siz benim kaydımı silin en iyisi."
Ay kaydım silinince bana geldi mi bi rahatlama. O ne stres öyle yaaaaa!
Aslı Yenge bile halletmişti, bana niye böyle oldu yaaa! 

23 Haziran 2024

İki günde biten efsane garsonluk kariyerim!

 Parasızlıktan kafayı kırmak üzere olduğum şu günlerde çok yakın bi arkadaşım aracılığıyla Beyoğlu'nda bir pub'ta garsonluğa başladım. Kariyerim tam olarak 2 gün sürdü! 2. günde ben arazi! Anlatayım.
Sınav açıklandı, tercihlerimi yaptım, İstanbul'dan taşınıyorum, orası kesinleşti. Şaşırtıcı bi şekilde mutsuz, huzursuz değilim; iyi bi maaşla insana yakışan saatlerde çalışmaya başlayacağım, bunun mutluluğundan sarhoş gibi geziyorum etrafta. "İstanbul'a cebimde paramla cumadan gelir, pazar dönerim, keyfime bakarım." diyorum. Birkaç sene yokum, kabullendim. 
Sınav biteli 4 ay oldu. 1 ayında Adana'da fellik fellik gezdim. Döndüğümden beridir de çok affedersiniz ama göt büyütüyorum! Ne sınavmış yahu, dinlen dinlen bitmedi. Bu süreçte annemden aldığım borçlarla hayatta kalmaya çalışıyorum. Annemin sinir krizleri eşliğinde. "Bi kliniğe gir, idareten git gel yaparsın." dedi, "Ben atanıyorooommm farkında mısınnn? Temmuz ayı gelince ne diycemmm, ben gidiyorommm mu???" gibi aptalca bir cevap verdim ve gitmedim. Hastalar yarım kalsın da istemedim ama girseymişim süper olurmuş gerçekten. Çok kötü durumdayım, öğrenciyken bile bu kadar parasız kalmadım. 
Bir de başıma aşırı geri zekalıca bi şey geldi. Malum, ben çok kilo aldım. Hatta kiloyu ben almadım, kilo beni pençelerine aldı, yoğurdu, buruşturup attı. Eski pantolonlarıma giremiyorum. (İlk işim, taşındığım şehirde spor salonuna ve pt'ye başlamak olacak. Hemen!) Şu üç ayda gideceğim düğün nişan sayısı dokuz falan. Kesinlikle yeni takım almam gerekiyor, düğmesi kapanmıyor değil, birbirlerine yaklaşamıyorlar bile, o derece şiştim. İnternette tasarımına bayıldığım bi takım gördüm, fiyatını siktir edin şimdi. Anneme de nerdeyse 3k az söyledim fiyatını. "Al, yapacak bi şey yok." dedi. Hedefim takıma milyon tane taksit yaptırıp yükümü hafifletmek. Kendi sitesinde ödeme aşamasında istediğim taksit sayısına tıkladığımda fiyat tam olarak iki katına çıkıyordu, yani benim planlar nanay oluyor yani, bildiğin kazıklanıyorum. Anneme de bunu aynen böyle söyledim, "Sen al, bankadan böleriz." dedi. Buna güvenip tek çekim aldım ve sonuç, bankadan bölünmüyormuş! "Ne yapacağım ne edeceğim bu ay?" diye kara kara düşümeye başladım. Borcum, aylardır işsiz bi adama göre aşırı fazla ve beş kuruşum yok. 
Sonra, o kurtarıcı diye düşündüğüm telefon konuşması yapıldı. Arkadaşım, kendisinin geceleri garsonluk yaptığı yerde eleman eksilince ve aklına benim sefil hayatımı getirince beni söylemiş "Tolga gelir!" diye. Sabah 10'dan akşam 8'e birisi lazımmış. Mekan, sabah 10'la sabah 4 arası açık, utanmasalar 24 saat açacaklar! Bu arada, 10 saat için verecekleri parayı söylüyorum. 700 tl! Saati 70 liraya çalışacağım yani! 70 liraya çiğ köfte bile alamıyorsun bildiğim kadarıyla! Ama dedim "Tamam, mecbursun, sus ve çalış!"
Bu kadar az veriyorlarsa herhalde bomboştur, diye düşündüm, pub'ın Nevizade'nin ortasında olduğunu unutup! Madde madde anlatacağım olanları, hayatımın en bomba iki gününü geçirdim. 
-Açılışı beraber yapacağımız abla Bulgar'mış. İnanılmaz bi şivesi vardı konuşurken, durup durup gülüyordum. Kadın yıllardır barla ilgili yapılabilecek her şeyi yapmış, bi de Beşiktaş'ta apart sahibiymiş. Istanbul'a git gel yapacağımı duyunca "Gelir bende kalırsın." dedi, günlüğünü daha ucuza verirmiş bana sağ olsun! 
-Yapılacakları anlattı. Önce elime bi süpürge ve çöp torbaları verdi. 3 katı süpürdüm, sildim, tuvalet temizledim, çöplerini değiştirdim. Kendisi de o arada masaların bi kısmını dizdi, barı halletti. Sıcaktan az kalsın buharlaşıyordum. Garson üst başlığı adı altında her işi yapmaya başladım. Bi de bana ne diyor, "Canım hemencecik yoruldun, bak masaları bile sana dizdirmedim ki!" 
-Saat daha 11, gelip happy hour'da bira içecek ne yaşamış olabilirsiniz sayın Beyoğlu sakinleri! Üstelik bir değil, iki değil, beş tane! 
-Öyle garip tipler gelip gitti ki. Bi tanesinin kafası bi dünyaydı, yürürken kafasını tutup yalpalıyor. Abla hiçbir işimiz olmamasına rağmen. "Temizlik var şu an, alamayız sizi." dedi, gönderdi. Tipini beğenmediğini almıyormuş, bana da dedi ki "Baktın arıza bi tipi var, sen de alma içeri, ne uğraşalım ya bize ne!"
-Bi anda "Senin boyun uzun, şunları asar mısın?" dedi. Dediği şey 20 metrelik Efes bayrağı, ebem kaydı resmen asarken tepelere. Sonra da "Canım şunları taşıyalım." dedi, fıçı biranın fıçısı. hala belim ağrıyor. (Şimdi okurken ne kuru götlüsün falan deme yaaa demee! Çoooook ağırdı!)
Gelelim bazı gerçeklere:
-Gelen tüm müşterilere "Ev yapımı limonatamız var, ister misiniz?" dedirtti bana. Ama barın orda gizli gizli Uludağ limonata doldurup içine nane attı. Herkese afiyet olsun!
-Buzları bardaklara eliyle koyuyor, kürek falan yoktu.
-Off en kötüsü bu! Bütün ketçap mayonezler Heinz görünümlü Burcu ketçap mayonez. Mutfaktan koca koca kutularda almışlar, hepsinin içini ben doldurdum sözde Heinz'ların! 
-Ahhh o bez! Masaları sildiğim o bez! Ellerimi beş gün çamaşır suyuna batırmak istiyorum! 
-Fıçı biralara su falan koymuyorlar arkadaşlar, içiniz rahat olsun. Günlük fıçılar değişiyor, bundan sonra şişe değil hep fıçı içmeyi düşünüyorum. 
-Bütün yabancılar birayı köpüklü rica ettiler. Bi Türkler "Aman ha köpüksüz olsun!" diyor biradan eksileceğini düşündükleri için. Canım milletim.
-Karşıma hiç kötü bi müşteri çıkmadı. İnanılmaz bahşiş topladım, bi turist bana bahşiş olarak 10 yuro verdi! Ama kalleşlik yapmadım, hepsini tip box'a koydum. Bu sektörde de insanlarla iyi anlaştım. 
-Kokteyl yaparken alkolü az koymaya falan çalışmıyordu ama bazılarını yapmayı bilmiyordu bence. Çok garip bi süsleme anlayışı vardı, masmavi boyalı bi şey döktü bardağın etrafına, müşteri koluna kadar mavi oldu, tuvalete koştu. Ben arkada gülme krizine girdim. 
-Abla öyle tatlıydı ki, o olmasa saatler geçmezdi. Müşteri bi bira istiyor mesela, "Ama Meksika usulü olsun." diyor. Ablaya aynen iletiyorum. "Bok içsin, salağa bak!" diyip hazırlıyor. "Black Russian istiyor şu kadın." diyorum, "Ay götüme bak, o nerden biliyor bunu! Bana da insan gibi birasını içip kalkan adam denk gelmez ki!" diyor. Ben yarılıyorum ama görmeniz lazım. 
-Abla yemek yiyişimi görünce şok oldu. "Canım yaaa, ne güzel iştahlısın, boy da maşallah deve gibi ama o yüzden sanırım!" diyip durdu. 
Gün bitti, patronlardan biri geldi. Benim ebem kaymış ama, öyle çok yoruldum ki anlatamam. Patron yanına çağırdı beni. 
"Tolgacım, sevmişler baya seni. Ben diyorum ki sen temmuz başına kadar gel. Ablana da yardım edersin, tek başına açılış zor oluyor."
"Abi, 700 tl veriyorsunuz, farkında mısınız? Saati 70 tl yani! Ya ücreti biraz artırın ya saati azaltın. Ben çok yoruldum ve hak ettiğim para bu değil kesinlikle, kimsenin değil hatta."
(Bu arada diş hekimi olduğumu biliyorlar diye inanılmaz bi saygı duyuyorlar, ordan aldığım gazla bülbül gibi şakıdım vallaha.)
"Haklısın ama 600'dü, zar zor 700 yaptı büyük patron."
Oradan abla araya girdi.
"Tolga yarın gelmeyecekse bile bana onun gibi birini bul lütfen, tek başıma açamam, altından kalkamam buranın ben."
"Tolgacım, yarın da gelebilir misin rica etsek? Ablan tek kalmasın, erken çıkarsın, sonraki günler zaten benim kardeşim gelecek sabahtan yardıma."
Ablayı sevdiğim için ve tabii ki parasızlıktan öldüğüm için "Tamam." dedim. Bi gün daha dayanırım. 
Ertesi gün, yine ablayla açılışı yaptık, garsonluk adı altında üç kat yer ve tuvalet temizledim. Şansıma o gün öğleden sonra 4'te maç varmış, bi anda pub dolup taşmaya başladı, televizyonlar açılıyor, her yer erkek kaynıyor, dakika başı bira istiyorlar! Nerdeyse bütün masalar dolu! O anda büyük patron geldi. 
Adam Taksim'in ve Kadıköy'ün mekanlarının çoğunun ortağıymış. Oturdu bi masaya. Abla bi şeyler hazırlamış onu verdi, "Al patrona götür." dedi, götürdüm verdim. Bu arada yorgunluktan ölünse tam anlamıyla o an ölebilirdim. O anda bi müşteri hapşırdı. Bana dönüp "Müşteriye peçete getir." dedi. "Misin?" yok ama. Tamam, dedim, götürdüm. "Bana da bi soda getir." dedi. Onu da verdim. Ama içten içe kurulmaya başladım bile. Emir kipinden hiç hoşlanmıyorum, hayatımda kimseye böyle konuşmadım, konuşmam. Klinikte hayatımın en zorlu işini yaparken bile asistanımdan bi şeyi rica ederek isterim. 
Neyse, az dinleneyim diye düşünüp bi sandalyeyi çektim, oturdum hazır ortalık durulmuş herkes maça odaklanmışken. Telefonumu aldım elime, anneme ve arkadaşlarıma "Kariyerimin sonu geldi bile, benden bu kadar." falan yazıyorum, patronu anlatıyorum. O anda abla geldi yanıma, "Canım ayakta dur istersen, patron bakıp duruyor sen oturup telefonuna bakıyorsun diye." dedi. "Abla," dedim "Sana yardıma o kız gelsin, ben az sonra vınnnnn! Ben gelemem böyle şeye!" Kalktım, deve gibi boyumla ayakta dikilmeye başladım.
Bir saat sonra yardım edecek kız geldi, paramı alıp ordan bi kaçışım var, dillere destan olmuştur bence. Abla sarılırken diyor ki "Ben kimseye bu kadar ısınmamıştım ama sen de haklısın, çok zordu di mi? N'olur bi daha gel!" Bi de çıkarken bana Redbull verdi, "Al, yolda içersin ferah ferah, çık hadi!" dedi. Ve çıktım gittim. 
Yazının ana fikirlerine gelirsek. Benim için garsonlar bu dünyanın çilesini çeken canım insanlardır; onları kıran, üzen, üslubu düzgün konuşmayan karşısında beni bulur! Patronların çoğu biraz kötüdür ama bazıları daha kötüdür! Ben diş hekimi olmasam (ayyy hatta uzman diş hekimi olmasam, çok havalı oldu) mecburen her şeye susup işimi yapmak zorunda olacaktım biliyorum bilmez miyim. O azıcık para, emir kipli cümleler, garsonluk diye girip her şeyi yapmak... Bu düzenin değişmesi lazım! 
Var yaaa hâlâ belim ağrıyor yaaa, ne fıçıymış kardeşim!