Bu arada, benim İstanbul'a geldiğim ilk sene bir senaryo kursu denemem olduğunu hatırlıyorsundur. Yeterli çoğunluğu sağlayana kadar beni oyalamışlardı, sonra da arayıp özür dilemişlerdi. Ben de Japonca kursuna başlamıştım o yüzden, "O hayalimi de aradan çıkarayım." diyerek.
Ada'yla inanılmaz samimi olduk, bütün gece tiyatro oyunlarından, Shakespeare'den, filmlerden konuştuk. Beni de görmen lazım bu arada, durup durup kıza "Annene çok selam söyle, çok öpüyorum çok şeker yaaa." diyorum. Birkaç kere de "Şimdi sen gerçekten onun kızı mısın ya? Yani eve gidiyorsun, çekirdek kadroda Emin Yarar ve Bennu Yıldırımlar mı var yahu?" diye sordum, rezil oldum ama olsun. Neticede Adana'da gördüğüm tek ünlü, yanlışlıkla ve zorla canlı yayında ona su verdiğim belediye başkanı Soner Çetin Bey'di. Çıta buralara kadar yükselince İstanbul'da, insan inanamıyor.
Tam vedalaşırken, "Ben senaryo kursu arıyorum da, annene sorsan da tanıdığı birisi varsa beni yönlendirse, olur mu?" diye sordum. Sonra da ayrıldık.
Aradan haftalar geçti, ben bi yandan dişlerle uğraşıyorum, bi yandan ikinci üniversite sınavları; inanılmaz yoğunum. Arkadaşım kahve içmeye çağırdı, gittik, bi baktım, Ada! "Annem konuşmuş hocayla, kendi oynadığı filmin yazarı ve yönetmeni. Çok efsane bir adam olduğunu söyledi. Numarası burda, iletişime geçersin." dedi!
Böyle şeyler olduğu zaman hep afallıyorum, onu fark ettim. Şimdi ben bu adamı arayayım mı, Bennu Hanım adamla kesin konuştu mu, mesaj mı atsam, ya müsait değilse, adamın dersinin ortasında arayamam ya çok ayıp olur, diye diye adamla bi türlü geçemedim iletişime! Burayı yazmayacaktım ama, adama kocaman bir mesaj attım, "Ben Tolga..." ile başlayan. Sonra da kalktım tuvalete gittim, birtakım ihtiyaçlarımı gidermeye!
İşimin ortasındayım, ayyy, telefon zır zır çalıyor! Bi baktım, Erhan Hoca. Anacım, yemin ederim o anda işi gücü bırakıp o bacağımdaki pantolonumla koşup tuvaletten telefonu bir çıkarışım var adam yankıyı duymasın ilk günden rezil olmayayım diye, Rekorlar Kitabı'na geçtiğime inanıyorum... Konuştuk, dünyalar tatlısı bir adam. İnanılmaz enerjik. Aramızda sadece 10 yaş olmasına rağmen onca ödülü var, efsane oyuncularla çalışmış, kendi yazıp yönettiği filmi vizyona sokmuş, Hollanda'da bile ödülü var be adamın! Bunları o anlatmadı tabi, ben adamı arama motorunda o sayfadan bu sayfaya bulurken öğrendim. İçimden sürekli "Ödüllerini her gün siliyor mudur ya, tozlanmasına izin vermese bari." diyip duruyorum. Ben bile şu halimle her gün ödül töreni konuşması yapıyorum odamda.
Madde madde kurstan bahsedeyim, hem soranlar için soru işaretleri yok olsun hem de böyle bi şey düşünen varsa iyi olacak.
-Kursun adı 'Sinematek'. Moda'da, o parkın çok yakınında. Bi kere yeri güzel! Neyse, önce internet sitesinden kaydoluyorsunuz, sonra da sizi dünyalar tatlısı Recep Bey arıyor, beraber bir gün ve saat kararlaştırıp şartları konuşmaya geliyorsunuz. (Şartları konuşmak için bana verilen saate bile geç kaldım, en son o kadar koşmuşum ki kapıya vardığımda gergedanvari sesler çıkarıyordum, anlayışla karşıladılar sağ olsunlar.)
-Birçok branşta kurs var, afiş tasarımından görüntü yönetmenliğine kadar. Diğer kurslar hakkında bilgim yok ama senaryo 3 kurdan oluşuyor.
-İlk iki kur iki ay, son kur ise 6 hafta sürüyor. İlk kurda tamamen hoca anlatıyor, sen dinliyorsun. Ne notlar aldım, ne isimler öğrendim, off diyorum! İşin iyi yanı şu, bu işin sadece eğitimini almamış, aynı zamanda sektöründe de bulunmuş birisi sana bir şeyler anlatınca ağzın açık dinliyorsun. Belgesel de izliyorsun, önüne bir film senaryosunun son halini koyup filmi açıp karşılaştırıyorsun da. Teknik terimleri ve yapının mantığını anlatıyor diyebilirim. Bu kurda istersen bi şeyler yazıp gösteriyorsun ama ben cesaret edemedim yazmaya.
-İşin pratiğe döküldüğü kısım ikinci kur. İlk bir saat, dramatik yapının daha derinlerine iniyorsun, kalan saatlerde de pratik yapıyorsun.
Tabii ki bu kısımda bir sürü şeyi elime yüzüme bulaştırdım, çok ağladım!
Doğruyu söylemek gerekirse, iyi yazdığımı düşünmüyorum ama gözlem yeteneğime ve hayal gücümün sınırlarının bi miktar geniş olduğuna inanıyorum. O yüzden, kıçım Everest Tepesi'nde, "Hahahaytttt, sonunda pratikler başladı yaaa, bi gideyim de kursa imzamı atayımmm." diyerek büyük bi patavatsızlık yaptım. Kardeşlerim, fazla güvenmeyin dötünüze, bi an geliyor patlayıveriyor.
İlk pratik dersimiz, hoca tahtaya üç kelime yazdı: Sincap, baston, yüksük. Birbiriyle tamamen alakasız bu kelimelerle bi saat içinde oturup kısa film hikayesi yazmamızı istedi. Aklıma ilk gelen, yaşlı bir amca teyze olsun, bi tanesi terzi olsun yüksük taksın, torunları olsun sincapla oynasın, oldu ama hemen "İlk aklına gelen herkesin aklına gelir."i hatırlayıp vazgeçtim ve şöyle bi hikaye yazdım:
"Kocasıyla birtakım sorunlar yaşayan Neriman Hanım, torununun ona verdiği yüksükle süper kahramana dönüşür ve şehirdeki sincap maskeli bastonlu soyguncuyu yakalamaya gider."
Ana tema buydu bildiğin! N'olur gülme!
İşin kötü yanı, yazdığım şey kısa film bile değil ve daha da kötü yanı, BEN BU FİLM HİKAYESİNE GÜVENDİM! Güya her şeyi birbirine bağlamışım, örmüşüm, kocası eve geç geliyor çünkü banka soyuyor, kadın geceleri dışarı bakıp kocasını beklediği için banka soygununu görebiliyor filan, ayy hatırlamak istemiyorum, korkunç! Totom everestte, okudum okudum ve kocaman gülümseyerek yorum bekledim. Hatta okuduktan sonra kapının açılacağını, Recep Abi'nin elinde konfeti ve pastayla girip "Bu kursun en yaratıcı çocuğu ödülü"nü vereceğini, hocanın gözyaşları dökeceğini, sınıf arkadaşlarımın beni alkışlara boğacağını düşündüm ve teşekkür konuşmamı bile hazırladım. Ancak sonuç, hocanın bana bakıp "Tolga bu ne? Felaket olmuş, felaket. Kısa desen değil, uzun desen değil. Olay yok, hiçbir şey katmıyor, ne öğrenecek seyirci bununla, ne anlayacak?" demesi ve benim 19f'de ağlamaya başlayıp üç gün susmamam oldu!
İşin diğer bi yanıysa, hemen yanımdaki sınıf arkadaşımın yaşlı bi çiftin hikayesini ve torunlarının sincap bulmasıyla ilgili bi şeyleri anlatması oldu... Bütün herkes teslim etti gitti, ben 'tekrar ödevi' aldım!
Bu da burada dursun, Gülse Birsel'le, hehehe! |
Bi kere de, diyaloglu kısa film yazacağız, beş sayfa. O hafta kafam acayip dolu, canım sıkkın, ruhum derbeder! (Bütün kurs beni depresyonumla ve Neriman Hanımlı süper fantastik hikayemle hatırlıyor zaten, üzülüyorum.) Bildiğin serbestiz, istediğin şey hakkında yazabilirsin. Normalde, aklında onlarca hikaye olması lazım, kenarda tuttuğun, anında yazmaya başlaman lazım. Bende o da yok, varsa da okul yüzünden yok olmuş! Bana verilen bi saat boyunca, annemi aradım, Candemir'le FaceTime yaptım, Instagram'da fotoğraf beğendim. Herkes yazdı, ben dolandım; herkes yazdı, ben dötümde vayvay var gibi gezdim. Son on dakika bi şeyler karalayayım, derken, hocaya yazdığım diyalogları okuduktan sonra, diyaloglarım "Hiç beğenmedim, böyle diyalog mu olur Tolga, yapma Allah aşkına." şeklinde karşılandı! Üstelik bi cümleyi yazarken "Burada kesin herkes ağlayacak, ahhh martılar!" diyordum. Yine olmadı yani! Ama bu sefer çok üzülmedim, yoluma devam ettim.
-İkinci kurun başında hoca karşına geçiyor, "Eğer üçüncü kura geçmek istiyorsan elinde benden de onay alabilmiş bir tretmanın (diyalogsuz senaryo, sahneler ve olacaklar yazıyor) olmak zorunda. Düşünmeye başlayın arkadaşlar, son bir ay her ders bir kişi karakter ve tretman sunumu yapacak." diyor. Hoca insanlara gün verirken deve gibi boyumla saklandım, en son sunmak için.
-Her dersin başında "Bu hafta sinema için ne yaptın?" diye soruyor. Kem küm diye kalınca var ya, kendini çok kötü hissediyorsun! Ben ilk kurda her cuma ilk seansına gidiyordum bi filmin, sonra okul saatlerim değişti, evde bi şeyler okuyabildim sadece. O yüzden bu soruyu "Kitap okudum yaaa." diye cevaplamışlığım çoktur.
-Gelelim ortama. Kendimi hem çok rahat hissettiğim hem de "Aman biri bana sinemayla ilgili bi şey sormasın." diye diken üstünde gezdiğim bi yer oldu. Herkes her filmi oyuncusunu bırak, görüntü yönetmenine kadar biliyor!
Beni biliyorsun, senaryo yazmaya sitcom izlerken karar vermiştim. Film bilgim, onlarınkinin yanında eksi yüz sanırım. Kült filmleri bile seyretmemişim doğru dürüst, kendimden utandım. Şimdi bi liste yaptım, derste adı geçen her filmi seyretmeyi düşünüyorum. Bi kere, Recep Abi ve bi çocukla otururken, sohbetlerini dinliyordum yanda, uyuklayarak! Oscar hakkındaydı sanırım, konuştular konuştular, Recep Abi "Sen o film hakkında ne düşünüyorsun Tolga, sinematografisi falan?" dedi. Hani uydur di mi bi şey, at dötünden. "Ne hakkında konuşuyorsunuz yarım saattir, soruyu tekrar alsam?" gibi bi geri zekalı cümle kurdum, herkes ne mal olduğumu anladı. Ahhh eski şeytan Tolga olacaktı, o filmi izlemiş gibi yapmayı bırak, filmde oynadığıma bile inandıracak şekilde anlatabilirdim ama uykulu ânıma denk geldi. Neyse ağlamıyorum.
Öyle böyle derken, dört ay, iki koca kur bitti, geldik benim sunum günüme. Ne hızlı geldik öyle! Geçen haftalarda sınıftakiler sunumlarını yaptı, hoca acımadan yorumlarını söyledi: "Iıı, şey, şimdi film bitti ama olay neredeydi, ben mi göremedim?", "Bu hikaye çok sıradan artık, o konu hakkındaki her film böyle zaten.", "Sen tretman değil roman yazmışsın ama." gibi gibi gibi. Bütün sunumlar boyunca "Sana da böyle şeyler dediğinde bakalım kaç gün yorgan altında kalacaksın? Ama belki de kalmazsın, eleştirilsen de daha iyisini yapmaya çalışırsın. Ay yok yaaa, sen kesin üzülürsün salak Tolga." diye kendimi yedim yemin ederim.
İtiraf ediyorum, tretmanı yazmayı da son güne bıraktım! Dört ay boyunca film öyküsü ve olay örgüsü üstünde uğraştım çünkü, karakterleri yazıyordum. "Öykü hazırsa tretman 1 saatte biter yaaa." dedim. Gece 12'de sandalyeye oturdum, başımı kaldırdığımda güneş doğmuştu, saat 9 buçuktu! Üstelik onlarca diyalogla beraber, klavyede de değil, kalemle, arkalı önlü 24 sayfa yazmışım. Uzaktan bakan birinin hiçbir şey anlamayacağı ama benim hikayemin olduğu 24 sayfa.
Nasıl bi his biliyor musun? Höh'lemek gibi. İçinden bi kütleyi A4 sayfasına bırakmak gibi. Kalemi tutarken beynindeki karakterlerin "Ben bu durumda böyle şeyler yaparım." demesiyle, şok üstüne şok yaşamak ve yaşatmak gibi yahu. İnanılmaz garip, karakterlerle ve aylarınla vedalaştığın için az biraz üzücü, bi dünya yarattığın için kendi yanaklarını sıkasının geldiği ama "Ya olmamışsa?" diye de kendini yiyip bitirdiğin anlar topluluğu.
Öyle saçma ve tavsiye etmeyeceğim bi şey ki, sabahın 4'ünde A4 kağıdına bakıp kahkaha atıyordum, 5'indeyse duygusal bi şeyler yazarken ağlıyordum! Ara ara da sahneyi yazarken konuşuyordum sanırım, diyalogları seslendiriyordum. Akıllı bir insanın yapabileceği iş değil, ya deli yapar bunu ya da yaparken delirirsin, kaçarın yok.
Filmimin adı, 'Bi' Sen Eksiktin!' oldu. İçime inanılmaz sindi, tam bi ana akım komedi filmi ismi gibi geldi, ne yalan söyleyeyim.
Ve sunum ânım geldi, ona da geç kaldım mısır gevreği yiyeceğim diye. Sunumumu elim ayağım titreye titreye, her sahneyi anlatarak, bazen de canlandırarak yaptım. Hocanın gözlerinin içine bakıyordum, ne zaman "Dur Tolga dur, böyle olmaz." diyecek diye. Demedi.
Film sunumum bitti ve aldığım yorumu aynen yazıyorum: "Eğer, bunu yapımcılara yolladığımız zaman, 'Tolga bilinmedik biri, senaryosunu okumamıza gerek yok' demeyip bu filmi okurlarsa muhtemelen çekilir, iyi oyuncularla da oynanırsa akılda kalıcı efsane bi film olur. Ben olayları bu şekilde ören senaristlere hayranım, sana da hayran kaldım Tolga, aferin." dedi!
Hayatımda çok az anda mutluluktan gözlerim dolmuştur, gözlerim bi doldu var ya, o an sanki rüyadaydım ve hâlâ rüyadayım gibi. Aynı Gülse Birsel'le tanıştığım gün gibi, o zaman da bulutların üstündeydim.
Anlayacağın, üçüncü kur için hak kazandım ve 31 Mart'ta senaryoma son şeklini vermeye Erhan Hoca'yla başlıyoruz. Ben her hafta 15 sayfa yazıp getireceğim ve karşılıklı düzelteceğiz. 6 hafta sonra, elimde 90 sayfa, sadece sahneler, olacaklar ve bazı diyaloglar değil, kocaman bi senaryo olacak! Ödüllü hocadan onaylı, yapımcıya gönderilmeye hazır!
İnan bana, bu senaryo çekilsin ya da çekilmesin, gönderilsin ya da gönderilmesin, umurumda değil; ben hayran olduğum insandan bu cümleleri duydum ya, bana yetti. Bilir kişiden onayımı aldım, bundan sonra beni kimse tutamaz gibi geliyor.
Ne öğrendiğimi de yazayım. Karakterlerinizi çok sağlam ve üç boyutlu kurduğunuz an, hikayenizin başı sonu belliyse arayı onlar tamamlıyor, biiir. Kendine öyle çok güvenmeyecekmişsin, olan olurmuş, ikiiii. Senaryo yazmak dünyanın en güzel ama en zor şeylerinden biriymiş, blog yazısı yazmaya benzemiyormuş, üüüüç. Önce hikayenin senin içine sinmesi lazımmış, kendini en iyi sen tanırmışsın, bu da dööört!
Erhan Tuncer'e, benim depresyonumu, sıkıntılarımı, dersteki akıl almaz film öykülerimi dinlediği, ciddiye aldığı ve yorum yaptığı için; Sinematek'e, sıcak ortamı ve kahveleri için; Recep Abi'ye tatlılığı ve hoşgörüsü için; sınıf arkadaşlarıma "Ayy bu çocuk bizden 10 yaş küçük, diş hekimliğinde sürünüyor." demeyip iyi bir ilişki yakaladığımız için; Bennu Yıldırımlar'a ve Ada'ya karşıma çıktıkları için; size ya size, "6 yıldır bu çocuk gelmiş vırvır konuşuyor, Allahın ergeni." demediğiniz (ki bazen dediğinizi biliyorum), her zaman "Ulan sen yaparsın be!" diyip bana cesaret verdiğiniz için; anneme, kursa yazılırken maddi manevi açıdan sponsorum olduğu için; Gülse Birsel'e bana ilham verdiği ve hayatımın en önemli insanlarından birisi olduğu için; PuCCa'ya da bu blogu açma fikrini bana verdiği için teşekkür ediyorum efenim. İyi ki varsınız lan!
Film yazdım resmen oooolluuuum! Sırada tiyatro oyunu vaaar, heyyo!
Sen mükemmelsin ya😍
YanıtlaSilTeşekkür ederim kocamaaan ^_^
SilBöyle gerçekleşen hayaller görünce insanın ister istemez inancı artıyor yahuu! Tebrikler!! :)
YanıtlaSilCanım benim, teşekkür ederim kocaman :)
SilÖldün mü yoksa sesin soluğun çıkmıyor?
YanıtlaSilDöndüm döndüm...
SilŞans eseri bloğunu keşfettim ve resmen ilham aldım :) tebrikler!
YanıtlaSilNe mutlu bana, çok teşekkür ederim :)
Sil