19 Eylül 2016

Garip şeyler oluyor.

Yine aynı kumarhaneye geldim, interneti için. Bu sefer şifre "allahallah" değil, "nicebayramlara". Ve yabancı müzik çalıyor amcalar okey oynarken, gelişme var sanırım.
Bir mutsuzum bir mutsuzum var ya, Genç Werther yanımda Polyannayı yutmuş gibi kalır. Bir de çok saçma şeyler oldu, daha doğrusu canımı sıkacak bazı şeyler. Onları fırsata dönüştürmeye çalışıyorum açıkçası. Bendeki bu şansla fırsata hayatta çevrilmez ama umut fakirin ekmeği tabi. Ne demişler, "umudu koklaya koklaya öp." Öpüyorum canım!
Hazırlık sınavını "Kesin geçmişimdir yahu!" diye düşünüyordum. Ne yalan söyleyeyim, yukarıdaki bana şuur vermeyi unutmuş bence. Öyle şuursuz, öyle kendini bilmez bir insanmışım ki, sınav sonuçlarına bakıp ağlarken anladım. Şu an için, büyük ihtimalle hazırlığım ocak ayında bitecek. Sonrasında özgürüm. "Üstten edebiyatı alayım." filan diye düşünüyordum da, bizim bölümde öyle bir şey yokmuş. Tabi ben annemlere bunu daha yeni söyleyebildim. Tercihlerimi sildiğimi de sistem kapandıktan sonra söylemiştim, yazık annemlere ya... Neyse, ev kirası zaten hey maşallah, kendi harcamalarımı ayrı tutuyorum, daha onları koymadım. O yüzden annemin "Ocaktan sonra ne olacak?" sorusuna "Şubat gelecek." gibi bir cevap vermek yerine yurt sonuçlarını kontrol etmeyi tercih ettim.
3800. yedektim. "Mezara kadar gelmez lan bu, ben dede olunca çıkar ancak." diyordum ki, 690. yedeğe düşmüşüm. Yanlış mı okudular acaba, nasıl olur, derken; arkadaşlarımın çoğuna çıkan yurdun şartlarını öğrendim. Benim kiramın üçte birinden daha az, üstelik 3 öğün yemek var, odalarda da tuvalet. Düşününce benimle beraber 4 kişi olması korkutucu tabi ama ocak ayında hazırlık biterse, çalışmayı düşünüyorum. Aslında sabahçı olursam da çalışmayı düşünüyorum da, daha iş beğenemedim. Bendeki lafa bak bak bak, nitelikli elemanım sanki, ortalarda öyle bir geziyorum. Evden çıkabilirim o yüzden, daha kesin değil tabi.
Bu arada, yalnızlık bana pek iyi gelmedi. Günlük tutmaya başladım, yazarken ağlıyorum. Susmuyorum resmen, her gün 4 sayfa ne yaşamış olabilirim acaba çamaşır sularıyla anlamıyorum! Televizyondan nefret ediyordum ama Kavak Yelleri bağımlısı oldum. Garibim Efe, herkesin gönlünü yapacak diye üzüntüden hasta oldu çocuk. Zaten zombi kendisi, izlerken hep "Hehehe sen canlanacaksın zaten, huhuuvv üzülsen de ölüp dirileceksin olum!" diyorum. Keşke Efe gibi bir arkadaşım olsa. Ne biliyim, emlakçı tanır, hastaneye gidersin seni öne geçirecek doktoru tanır, bankadasındır işini iki dakikada halledecek adamı tanır, gece yurda giremezsin arar ona gidersin. Çocuğu böyle düşünüyorum sürekli, yukarıdakinden böyle bir kanka dileyip duruyorum.
Geçen gün, "çamaşır yıkayayım." dedim. Bu arada, çamaşır suyum okyanus şeyli, mavi bir şey. Mis gibi kokuyor. Millet balici olur uhucu olur, çamaşır suyu şişesinin kapağını açıp burnuma dayıyorum, fırttt fırttt çekip duruyorum içime. Parkeleri silmek için de lavanta kokulu aldım o temizleme suyunu. O da güzel kokuyor, tabi bi çamaşır suyunun verdiği zevki vermiyor ama... Yalnız böyle yazınca da, tövbeee! Çamaşırları attım, o çamaşır suyunu bir kapak ekledim. Yerleri sildim bir de bir güzel, ev lavanta kokuyor mis gibi. Çamaşır bitti, ben makineyi açtım, lan, makine de lavanta kokuyor. Halla hallaaa, okyanus kokması lazım, böyle kafayı bulmam lazım! Yerlerle aynı kokuyor.
Ve o acı gerçeği fark ettim... Bir kapak çamaşır suyu diye bir kapak parke temizleme suyu koymuşum. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim, önce şaşırdım, sonra halime gülmeye başladım. Tekrar yıkamak aklıma diğer gün geldi bu arada.
Makarna yapayım, diyorum, kahvaltıda bile yiyorum hazırlamaya üşendiğim için. Bir de gece yemelerim başladı. Yaptığım o iğrenç yemekler, gecenin 2'sinde gözüme bir güzel bir lezzetli görünüyor, Allahhımmmm! "Gel banaaa, ye beniiii" diyorlar sanki. Bir de onları yiyorum. Aldığım kilo da hep kıçıma bu arada, değirmen taşı gibi olurum yakında bence.
İnsan kendisiyle yalnız kalınca yaptıklarını düşünüyor sürekli, verdiği tepkileri; o "keşke demeseydim"lerle "iyi ki demişim"ler arasında gidip geliyor, kendine kızıyor. Canım acıyor lan, bildiğin acıyor. Blogu dünya alem hatta ahiretteki dedem bile öğrendi, rahat da yazamıyorum artık. Aslında bu durumdan memnunum diyebilirim. İlk günlerimi hatırlıyorum, 4 koca yıl önceyi. "Bugün 3 kişi okudu!" diye seviniyordum. Hatta 1 tanesi Yunanistan'dan filan oluyordu, artık ne blogu sanıyorlarsa... Sonra bir baktım, 3 gün yazı girmezsem "İyi misin?" diye mailler gelmeye başladı. Günlük okunmalar üç basamağa geldi. Yorumlar, bana ulaşmaya çalışanlar, yanımda olanlar, beni benden iyi tanıyanlar. Daha ne isterim, ne kadar güzel bir şey, kıymetini bilmeye çalışıyorum hep. Ama anlatmak istediğim birisi var, yok, anlatamıyorum! Ucundan anlatayım, diyorum, hikayenin şurasından kıs, burasından kes derken kuş kadar kalıyor. Bir gün cesaretimi bulursam yazacağım, bütün üzüntüm o hikaye yüzünden zaten. Aranızda fal bakmayı bilen varsa, kenardaki mailden bana ulaşsın n'olur, fincan fotoğrafı yollayacağım. Off, kafayı yedim!
Dün, arkadaşım doğum günümü hatırlattı. Artık bendeki nasıl bir üzüntüden zaman kavramını unutmaksa, ilk beş saniye aklıma doğum günüm gelmedi. "Ne zaman doğdum lan ben, iki basamaklı bir şeydi, ekimdi sanki." diye düşündüm. Tam 3 hafta kalmış, pazartesi günü yani. Geçen sene, uyumadan önce "Seneye İstanbul'da kutlayayım," diye dilemiştim. Şu an buradayım ama ondan önceki sene de aynı şeyi dilemiştim, zaman aşımına mı uğradı o ne oldu acaba. Doğum günümü kutlamayı sevmiyorum ama herkese parti hazırlamayı çok seviyorum. Bence bunun bir adı var Latince, hastalık fobi gibi bir şey.
Çok konuştum yine, kendine çok dikkat et. Ben yapamıyorum bari sen yap, kimse için kendini üzme. Elindekine değer ver, kafandakinin peşinden git. Bir de, WhatsApp grubunuzdaki tavsiyeleri dinle, ben dinlemedim, hâlâ üzülüyorum. Haa, umut fakirin ekmeği, onu koklaya koklaya öp.

Not: Her yerimi sivrisinekler yedi burada haşırt haşırt kaşınıp duruyorum!


8 Eylül 2016

Bir kafedeki internetle yazıldı

Şu an, İstanbul'un en psikopat mahallerinden birinde bulunan ve internet şifresi "allahallah" olan bir kafede, evime internet bağlatamadığım için oturuyorum. Arkada Candy Shop çalıyor ve sadece çay söyleyip bilgisayarı çantadan çıkardığım için garson tip tip baktı. Biraz böyle idare edeceğim sanırım.
Evime yerleştim. Çatı katında, boyuma bazı yerleri pek uygun olmasa da yapacak bir şey yok. Alıştım sayılır. Sadece ilk gece sabah 4'te, sanki birisi üstüme geliyormuş gibi uyandım ama kalan geceler fosur fosur uyudum. Evde televizyon var ve tek kanal çekiyor, izleyen birisi değilim ama "Lan" diyorum, "Televizyon açısından bile şansın yok ha." Buzdolabının da bazı yerleri buz tutuyor, her gün kaşığın arkasıyla onu kazıyorum. Hayatında toz bezi eline almamış olan ben, duvarlarımı bile sildim. Her gün evi bir kere siliyorum, bulaşık bırakmıyorum. Hatta bugün soğanlı domatesli yumurta  bile yaptım. Fotoğrafını çekmek hepsini yedikten sonra aklıma geldi ama olsun. Bez dolap vardı evde, dünyanın en garip eşyası bendeki bez dolap kesinlikle. Azıcık öne çekince, hooop diye öne doğru eğiliyor, öyle kalıyor bildiğin! 
İlk birkaç gün, ciddi ciddi üşüdüm. Çünkü geri zekalı ben, Adana gibi düşündüm İstanbul'u. Yanımda sadece çarşaf getirdim, birkaç tane de yastık yorgan yüzü. Gece başladım üşümeye, bir de yalnız olunca sinirlerim bozuldu hafiften. Gri, kapüşonlu bir ceketim vardı, iki tişörtümün üstüne onu giyiyorum. Ayaklarımda zaten çoraplar var, sabah yüzüm gözüm şiş uyanıyorum o yüzden. Çarşafımın üstünde yorgan yüzü ve 3 tane havlu var, öyle ısınıyorum. 
Doğal gazı daha yeni yaptırabildim, bir de onlarla uğraştım. Elektik için ayrı yere gittim, doğal gaz için ayrı. Onlara ayrı para bayıldım. Verdiğim paraları geri alacağımı bildiğim için çok batmadı ama böyle şey mi olur yahu, girdi de girdi vallahi. 
Hazırlık sınavım vardı, geçtim mi geçemedim mi emin değilim. Yazı sınavında, 250 kelime istiyorlardı, 150'de bıraktım "size bu bile fazla" diyerek. Cümlelerimi okuyunca okul kapısına "Tolgalar Giremez" yazacaklar diye korkuyorum. Eğer geçtiysem, çok iyi olacak, evim kendi fakülteme 6 dakika sürüyor. Geçemediysem, her gün en az 40 dakika yol. Sensin 40 dakika yahu!  
Bu arada, ilk iki gün sıcak su da yoktu, banyo yaparken titriyordum. Kendimi de "Sağlık için sağlık, sus bakalım" diye avutup durdum. Şu an var neyse ki.
Boş olduğum her vakitte bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bu arada Radyo Tv Programcısı adayıyım resmi olarak, kitaplarımı da verdiler. Kol gibi görünüyor, dişin yanında belamı arıyordum sanırım. İş arayacağım demiştim, bir şey arayamadım daha. Hep Avrupa Yakası'nda, her şey orada. Ben de Anadolu'nun diğer ucu. Birkaç yere başvuru yaptım ama sanmıyorum. 
Bu arada, bir ajanstan teklif geldi gibi bir durum oldu. Bu çirkinliğimle adamlar dellendi bence, ya da fotoğraflarımı bulan adam kör filandı. Ajansı araştırdım azıcık, Fox'taki dandirik diziler güya. Kocamın Ailesi, O Hayat Benim bilmem ne. Nenemin izlediği diziler yani, gitmedim görüşmeye. 
Valiz kilo sınırı yüzünden yanımda sadece bir kitap getirmiştim. Üç kere oldu aynı kitabı okuyorum. Delirmek üzereyim artık. Şu yazı bitince gidip kitapçı arasam iyi olacak ama bu mahallede daha interneti olan pastane bile yok. Şu an yan masamda teyzeler tavla oynuyor, karşıda çocuklar batak atıyor, yanımda amcalar okey götürüyor. 
İkinci günümde pes edecektim biliyor musun, Adana'ya geçmek için her şeyi yapacaktım. Sonra durdum, "Kendine gel, herkes bu yollardan geçiyor!" diye bağırdım. Pes etmek bana göre değil ama en başta bir sürü sorun üst üste gelince ve yalnız olunca öyle hissettim işte. Şu an daha iyiyim ama, sınavı geçsem daha iyi olacak sanki. Benim için dua eder misin, "Geçsin." diye. 60 geçme notuymuş, 61 de alsam olur ama yeter ki alayım, inanılmaz rahatlayacağım. 
Bazen "Bütün yaşıtların Balıkesir'de Bursa'da festivallerde coşarken, sen duvar siliyorsun. Manyak mısın?" diye kendime sormuyorum değil. Bilmiyorum, böyle bir his geliyor, iyi olacakmış gibi her şey. Sonra tabi gidiyor, ben kendimle baş başa kalınca.
Bu sefer güldüremedim sanırım, depresif olmaktan nefret ediyorum. Ama neyse ne, sonunda İstanbul'dayım, hadi hayırlısı.