31 Temmuz 2016

Fitness'tan bildiriyorum, oiyyy, yanlarım kulunçlarım gitti!

Ne kadar ertelersem erteleyeyim, spor salonu arkamdan yine sinsice yaklaşarak "Kaçabilirsin ama saklanamazsın!" dedi. Bu yazıyı, her tarafımda ağrılarla yazıyorum. Doğru dürüst gülemiyorum bile, robot gibi oldum yemin ederim. Önce, sana geçen yılki spor salonu maceramı anlatacağım. Merak etme, anlatmam çok uzun sürmeyecek. Zira kendisi sadece üç gün sürdü!
Ben yine radikal bir şekilde kararımı vermişim, koltukta otururken bir anda "Ben kas yapacağım yav, olmuyor böyle!" diyip fırlamışım. Yalnız bendeki olaya bak, yaşıtlarım en ucuza en fazla kas yapacakları mekanları arıyor; ben de hâlâ "Babam bu odada çok ses yapıyor, acaba tuvalette mi yatsam?" diye konuşuyorum. Kendimi kısaca anlatayım. Uzun, "iki metre olacakmışım daaa, ucundan dönmüşüm!" gibi bir boya sahip; boyundan 10 eksik kiloya sahip olmasına rağmen uzun uzuvları yüzünden zayıf görünen, uzaktan Safinaz, yakından çırpı bir şeyim. Azıcık da kamburum, tüüü bana be! 
"Yeter yahu," dedim, aynaya baktığımda kendi görüntümden hoşnut olmalıydım çünkü. Bir türlü beğenemiyordum kendimi, "Şöyle kollarım hafif kalın olsa, baklavalarım çıksa, oh oh be!" diyip duruyordum zaten. Yazılmak için çalışmalara başladım! Bu arada, dünyanın en üşengeç insanı olabilirim. Hatta Ayla Çelik, o "Ben dünyanın en büyük bilmem nesi olabilirim." şarkısının sözlerini beni gördükten sonra değiştirebilir, o derece. O yüzden, gideceğim salonu bile internetten buldum. Yahu napiyim, teknoloji o kadar ilerlemiş, Adana'nın sıcağında gel sen yürü o yollarda. 
Yazıldım yeni açılan bir yere, parayı da peşin verdim. Annemlerin bakışlarını görmen lazım ama, "Sen eğer yarım bırak, bak neler olacak!" ifadesini. Korkudan altıma ediyorum desem yeridir ancak kendime güveniyor gibiyim. Yani güvenmiyor da olabilirim. Ya da tam güveneceğim, güvenesim kaçıyor da olabilir. 
Adını gugılda arayınca bir sürü yarışmada ismi çıkan bir öğretmen bana yardımcı olacakmış. Adamı karşıma aldım, peşin peşin kendimi anlattım. "Bakın," dedim, "Ben yorulmayı sevmem. Hehehe, zaten kim sever? Öyle çok fazla spor yapamam ama bir ayın sonunda buradan kaslı ayrılsam fena olmaz. Azıcık kilo alsam, hocam, buranın reklamını bir yaparım, aklınız hayaliniz durur vallahi!" dedim. Adam baktı ben kaçacak gibiyim, yalvar yakar "Söz, sadece 1 saat yapıp gideceksin. Yarın gel başla." dedi. 
Yarın oldu, beni görmen lazım. Gitmemek için evde dizi mi izlemedim, buzdolabının önünde mi oturmadım, Oscar alıp konuşmalar mı hazırlamadım. Ancak, zaman bir şekilde geçti ve ben kendimi spor salonunda buldum. 
"Önce koşacaksın. Sonra şu makinelerde şunları yapacaksın, benim işim var, az sonra çıkacağım." dedi. Bana koşu bandını ayarladı, sonra da gitti. 
Koşu bandının bindim üstüne, hooop, geriye doğru uçtum, yere yapıştım. Sanırım prensesler gibi binmemek gerekiyormuş. Kenarlardan tuttum bu sefer, başladım koşmaya. Sanırsın, arkamdan at sürüleri geliyor, bu ne hız be! Gittim, düzelttim kendi kendime her şeyi. Hızı en aza indirdim. Bir de içimden düşünüyorum, "Koşu bandında 55 dakika 'yürüsem', 5 dakika da şu ağırlıklardan kaldırsam; 55+5 etti mi sana 60!" 
Sakin sakin, kulağımda kulaklık, elimde telefon, bir güzel popomu sallaya sallaya yürüdüm. 55 dakika bitti, o dediği aletin önüne geldim. En az kiloyu ayarladım, güya kaldırıyorum. Beni görmen lazım, adeta spor salonunun ortasında bir zürafa doğum yapıyor sanki, öyle sesler çıkıyor benden. Bir yanımdaki makinede de bildiğin en az 60 yaşında kaslı bir amca var, "Hey maşallah amca yahu." diyip duruyorum adama. 
5 dakika bitti, benim içim nasıl rahat, sana anlatamam. Odaya gittim, sanki terlemişim gibi üstümü değiştirdim, boynumdaki havluyu çantama attım ve bana verilen besin listesiyle yola çıktım. 
Liste resmen yumurta ve sütten oluşuyor. Vallahi kimse kusura bakmasın, benim vücudum günde 2 yumurtadan fazlasını sivilce çıkararak karşılıyor. Aklımca bir hesap yaptım, "Bim'den aldığım 2 gofret bence 1 yumurta ediyor." diyerek, başladım gofretleri götürmeye. İlk gün böyle bitti.
İkinci gün, baktım hoca yok, 60 dakikanın tamamını koşu bandında sakin sakin, usul usul yürüyerek geçirdim. Çıkarken de, "Bu yorgunluk sana biraz fazla sanki, kendine ne ısmarlamak istersin?" diyerek, bakkaldan Twister aldım. Yeşil yeşil yedim valla dondurmayı, yumurtadan daha güzeldi. 
Üçüncü ve son günüm, gerçekten acılı geçti. Bu sefer hoca vardı ve her alette yanımda durdu maalesef. Koşu bandında sadece 10 dakika, beni Road Runner gibi koşturdu, hayvanlar gibi terledim. O 5 kilo kaldırdığım alette, bu sefer 15 kilo kaldırttı bana, ağladım resmen. Tam yeni bir alete, daha doğrusu benim anamı tekrar ağlatmaya geçiyorduk ki, adamın telefonu çaldı, uzaklaştı. 
Ve ben tam anlamıyla kaçtım! 
Soyunma odasına koşuşumu, o havluyu çantaya atışımı, ayakkabımı bile çıkarmadan, koşu bandında koştuğum hızdan daha hızlı bir şekilde oradan tüyüşümü görseydin; muhtemelen "Sen dünyanın en hızlı insanı olabilirsin." diye şarkı söylerdin. Hatta yolda "Burada insan öldürüyorlar laaaan!" diye bağırıp kendimi evin aşağısındaki pastaneye atışımı ve oradan aldığım dilim pastaları yiyişimi görseydin, "Sen dünyanın en ayı insanı olabilirsin." de diyebilirdin, bilmiyorum. 
Tam bir sene geçti aradan. Yine kararımı verdim, yine parayı peşin verdim ve yine yazıldım. 
3 gündür gidiyorum. Açıkçası ilk gün yaşadığım saçma hadiseden sonra, başıma pek bir şey geldiği söylenemez. Benim yaşlarımda bir çocuk, baya da gelişmiş diyebiliriz hatta, kendisine hiçbir şey sorulmadığı halde bir anda bağırarak anlatmaya başladı: "Ben eskiden böyle değildim. Başıma çok kötü bir olay geldiği için spor yapıyorum." 
Bende de, böyle şeyleri duyunca "Dinleyeyim de, ileride yazarken kullanırım." gibi bir düşünce var, mesleki deformasyon sanırım! Bıraktım elimdeki ağırlıkları, çocuğu dinlemeye başladım. 
"Ben eskiden zayıf, sivilceli, kara, kambur bir şeydim. Bildiğin çirkindim yani." dedi.
Ulan şerefsiz, bu bildiğin ben! Sensin çirkin be! Açtım ağzımı, "Canım, yalnız o anlattığın ben oluyorum." dedim. O da "Sen çirkin değilsin ama." dedi. Sonra devam etti: "Sınıfımızdan bir kız vardı. Bir gün bana 'Sen nasıl bir şeysin ya, çok zayıfsın, baya kötü bir görüntü.' dedi. O günden beridir spor yapıyorum, o günden beridir böyle kaslıyım." dedi. 
Ne kadar acı di mi, bir insanı dış görünüşüne göre yargılayıp "Sen çirkin bir görüntüsün." demek. Birincisi, o insan seni ne kadar ilgilendiriyor? Senin ne çok boş zamanın var ki, bunları düşünüyorsun. İkincisi, belki sorunları var, kilo alamıyor, almıyor, almak istemiyor. Üçüncüsü, bu nasıl bir üsluptur ki karşıdakini bu kadar üzen, içerleten? 
Sustum, öylece dinledim. Zaten kimse de çocuğu takmadı, herkes işine devam etti. 
Bence, gelişen ya da gelişmeyen kasların yanında; her zaman gelişen bir beyin daha önemli. Çok insan tanıyorum, inanılmaz düzgün vücutlu ama yobaz, geri kafalı, bilgi yoksunu ve bu yoksunluğuna rağmen susmayan. Yine çok insan tanıyorum, belki düzgün vücutlu değil ama sohbetine doyum olmayan, kasıntı değil, medeni, bir şeyler bilen ve öğreten. 
Diyeceğim o ki, eğer bu salondan da kaçmazsam, bir şeyler başarabilmiş olacağım. Sağlık için de yazıldım bu arada, karaciğerim aldı başını gidiyor çünkü. Bu arada, öğretmenim en başlarda biraz buzdolabı gibiydi ama şimdi her saniye yanımda, "Buradan da kaçma diye başında duracağım sürekli." diyor, sağ olsun! Umarım başarılı olurum.

30 Temmuz 2016

Sahalara dönüyorum!

Böyle yazınca da, şu an aşırı mutluyum sanacaksın. Değilim, çünkü kendime verdiğim sözü tutamadım. Bu huyumdan gerçekten çok gıcık alıyorum, tutabilirdim ama yapmadım. Hep böyleyim, uzun vadeli şeylerde kesinlikle hırs yapıyorum, uğraşıyorum; kısa vadede yapmam gerekenlerin hepsinde popoma ayaklarımı vura vura kaçıyorum.
Neler neler oldu, anlatmaya başlıyorum. Bu arada, burası baya boş kalmış, neredesiniz yahu? Geçen yaz, ondan önceki yaz hep birlikte coşardık, ne yaptık ne ettik diye merak ederdik. Kimseler kalmamış gibi.
Mıh gibi aklımda, en yakın arkadaşıma ağlamaklı bir suratla "Bu yıl bitmeyecek biliyor musun, sonsuza kadar üniversitesiz kalacağım." dediğim an. Bitti, zaman bir şekilde geçti. Biliyor musun, zaman gerçekten geçiyor. Kimi zaman geçirse de, o korktuğun her şey bir bir bitiyor. Sonu kötü bile olsa, önce "Olmalıydı." diye ağlasan da, sonra kendi şifanı buluyorsun, etkisi azalıyor.
Bu satırları hekim olarak yazıyorum bu arada. Kazandım! Vallahi billahi sonunda oldu!
Bu yıl, inanılmaz farklı bir dönem oldu benim için. Olgunlaştım. Eskiden her şeye "asla yapmam" derdim, asla dememeyi öğrendim. Paramı idare etmeyi. Hoş, haftalığımın yüzde doksanını ilk gün harcayıp kalan yüzde onla altı gün geçiniyordum ama olsun, bu da bir şey yani. Bana saygı duyulmasını istediğim için, etrafımdakilere saygılı davrandım. Ki bu, kendimden asla beklemeyeceğim bir şeydi. Negatif olduğum zamanlarda hem kendimi hem yakınlarımı pozitif duruma getirmeyi öğrendim, en çok buna çabaladım hatta. Şu pozitif enerji olayına inanmayı da bu yıl öğrendim. Pozitif bakınca Polyanna şey etmiş gibi durduğumu değil de, daha olumlu durumlarla karşılaşabileceğimi fark ettim. Oturma organımla içki içiyordum resmen, çok elim bir hadiseyle artık sarhoş olmamayı da öğrendim. Yarım saat içinde; yemek yemeyi, tuvalete gitmeyi, merdiven çıkmayı, azıcık kestirmeyi, soru çözmeyi ve gıybet yapmayı öğrendim. Tek sorun, artık hem çok hızlı konuşuyorum baş ağrıtıyorum, hem de çok hızlı yürüyorum, kimse bana yetişemiyor. Yıldız Tilbe şarkılarının acı verdiğini öğrendim mesela. Eskiden olsa, dinleyene "Baymıyor mu seni?" diyeceğim şarkılarda hıçkıra hıçkıra ağlamayı öğrendim. Acı verdikçe bundan zevk aldığımı da kendime itiraf ettim ve bu yüzden, tüm şarkılarımı sildim. Pes etmemeyi öğrendim, hatta sanırım biraz saykoca ama üzüldüğüm an "Bu anının kıymetini bil, ileride yazarsın, oynarsın filan, lazım olur." bile dedim. Mesleki deformasyon naparsın! Güvenmemeyi de öğrendim, sanırım en çok bu işime yarayacak. İnsanlardan nefret edemediğimi, aynı zamanda kimseye acıyamadığımı da fark ettim. En fazla "Üzülüyorum onun için." diyebiliyorum, bu kadar. "Fizik" diyince beni afakanların bastığını da öğrendim, üzerine üzerine gitmeme gerek yokmuş, biz birbirimizi sevmiyoruz. Platonik aşkın aslında dünyanın en saf şeyi olduğunu ama bir yanımın her zaman "keşke karşılıklı olsa..." dediğini ezberledim hatta. Ve kimsenin, benim gözyaşlarımdan daha kıymetli olmadığını fark ettim. Mesajlaşmamız 4 cümlede bitti diye, gece ateşlenip ağzımda yaralar çıkarmayı, beni sevmediğini fark ettiğimdeyse üzüntüden 5 kilo vermenin dünyanın en korkunç şeyi olduğunu, kendime yazık ettiğimi anladım. Öğrenemediğim tek şey sinir kontrolü oldu, hâlâ sinirlendiğim an gözlüğümü alnıma takıp çemkiriyorum. Hakkımı aramayı öğrendim bir de, ya da sanırım biliyordum, mastır yaptım sanırım. Adımı çirkefe çıkardılar bu yüzden ama herkes faydalandı vallahi. Geceleri o kadar mekan gezdim, dans etmeyi hâlâ öğrenemedim. Uzaktan bakan birisi videoya çekip yutub'a "Allah yardım etsin, napıyor acaba ya..." diye koyabilir, ona çalışmam lazım. Sabahları erken uyanmayı öğrendim, bunu asla başaramayacağım sanıyordum. Bir şeyi çok istemenin yanında çok emek verip çok hayal kurmanın önemini kavradım mesela. Kendimi hastalıktan korumayı bir türlü öğrenemedim, şu an yanımda kırk beş tane peçeteyle yazıyorum bunları, çok hastayım. Beklemeyi de öğrendim sanırım. Hep bekleten taraf ben olurdum, ki hâlâ öyleyim de; bu sefer zaman beni bekletti, bir kişi değil. "Bekle, beklersen iyi olacak. Aaaa, ağlama ama sadece bekle, gerçekten iyi olacak. Söz söz!" diye diye hem de.
Sanırım mutluyum. Ya daha 19 yaşındayım, "mutluyum" derken bile korkuyorum! Şimdi yukarıdan birisi bana bir şey yapacak, beni üzecek, "naniik naniiik" diyecek gibi geliyor. Halbuki bitti yani, kuş kadar tatilin kalmış, otur tatil yap. Ama yoook, ruh hastası olmak böyle bir şey sanırım.
Hah, ne diyordum? Kitap için, kendime söz vermiştim. 19 gün önce bitmesi gereken kitabın 50. sayfasındayım daha. Gerçekten kendimden utanıyorum, bir bok bildiğim yok sanırım. Böyle durumlarda hep "Kendine ayıp ediyorsun." diyorum, buna daha çok üzülüyorum.
En geç bir haftaya açıklanacakmış tercihler. Bu arada, yaptım tercihlerimi. Kendi şehrim hariç her yeri yazdım. Yüz tane aile büyüğü "Yapamazsın, edemezsin, geri gelirsin." dese de, umurumda değil kimse. Zaten genelde konu bensem, kalan insanların düşüncesi açıkçası beni pek alakadar etmiyor. Geçen sene, derecemi duyanlar "Ya bu sene bu dereceden kötüsü yaparsan, ya olmazsa." demişlerdi; şimdi de aynı kadro "Başka şehirde yapamazsın sen." diyor. Yok efendim "Üst komşunun kızı, amcamın torunu, halasının görümcesinin oğlu İzmirlerde yapamamış, dönmüş, çok zormuş." bilmem neymiş. Yapan nasıl yapıyor? Hem okuyup hem çalışan arkadaşlarım var, onlar nasıl yapıyor? Kulaklarımı tıkamaya çalışıyorum ama patlamam yakındır.
Diş hekimliği yazdım sadece. Ekim'den beridir istiyorum. Kendime çok yakıştırdım nedense. Küçükken de hayalim insanlara yardım edeceğim bir şeyler olmaktı. Kızılay koluna yazdırırdım adımı, okul bahçesinde nöbet tutardım, üst sınıflardan birisi maç yaparken düşüp bir yerini kanatacak da ilk yardımı ben yapacağım diye. Tıp için, açıkçası korktum, bir de geçen seneden sonra soğumuştum. Diş de aynı zorluktadır biliyorum ama nedense daha bir istedim. Halimi bir gör, televizyonda diş hassasiyeti reklamı çıktığı an dünyam duruyor resmen, ekrana kilitleniyorum.
Sonbaharda da, yandan Radyo Televizyon Programcılığı başlayacak. İki yıllık ama olsun. Üstüne Medya ve İletişim de okudum mu, diş bittikten sonra üç diploma, belki bir sürü meslek seçeneği olacak. Daha bir heyecanlıyım o yüzden.
Neymiş, bu kadar işi nasıl aynı anda yapabilecekmişim. Siz karışmazsanız ben her şeyi yaparım, endişelenmeyin siz.
Bu arada, spor salonuna yazıldım. Birinci nedeni, gerçekten sağlık için. Benim karaciğer aldı başını gidiyor. Oturup yarım kilo jelibonları, çikolataları, hamburgerleri yemekten organceyizim pert oldu. İkincisi de, valla yalan söylemeyeceğim sana. Baktım parasız kaldım, kas çalıştıktan sonra bir ajansa kaydolurum diye düşündüm. 192 boyum var, ben olsam beni kaçırmam. Offf, tamam sustum.

4 Temmuz 2016

Yazlık Belgeseli - 2016 (Bu bir Uska yapımıdır.)

Her yaz olduğu gibi, bu yaz da yazlığa birkaç günlüğüne gittim. Aşırı eğlenmemizi ayrı tutuyorum, bu sefer ki daha bir efsaneydi sanırım. 
**
Sınavdan çıkmışız, evde "Fizik girdiiii, allammm oturamıyorumm." diye ağlarken soruların açıklanacağını duydum. Bu arada, bizim tayfanın hepsi yazlıkta. Herkes mesaj atıp duruyor "Tolga gel artık, aaa yeter başlatma sınavına." diye. Benim de aklımda şöyle bir düşünce var, "sorulara bakayım, rezilliğimi görüp birkaç günlük depresyona gireyim ve öyle gidiyim." (İstek kipiyle cümle kurmak çok zor.) Saat 16.30'da açıklanacak sorular, ben bilgisayar başındayım. Gözlerim dolu dolu... Bence siz de ağlardınız yahu cevabına bir iki dediğiniz sorunun yalnız üç çıkmasına filan. 
Bir anda telefonum çaldı, bir baktım ki yazlıktaki manyaklardan birisi. Konuştuk biraz, "aşağı in." dedi. "Ne aşağısı lan?" dedim, "biraz manyak bir aile olduğumuz için yazlığın anahtarını Adana'da unutmuşuz, gelmişken seni de alayım." dedi. (istek kipi keyfi.) Bildiğin, bütün yolu tekrar gelmiş, tekrar gidecek. 
Bu arada annem meraktan ölüyor, ben evde terör estiriyorum yanlışım çok diye. Bir anda nasıl oldu inanın ben de anlamadım, "Yaaa şapşik, iniyom dur bekle." dedim! O ağlayan, karaları bağlayan Tolga gitti, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılmış bir Tolga geldi! 
Normalde her yere geç kalan, buluşma saati sadece bana 2 saat erken söylendiği halde sadece benim geç kaldığım bir insanken; hayatımın en kısa valiz hazırlamasıyla kendimi aşağıda buldum. Oğlum, benim dersim 8'deyse ben 8 buçukta evden çıkan bir manyağım...
**
Vardık yazlığa, her şey güzel, bıraktığım gibi. Sitede değişen hiçbir şey yok. 16 yıldır aynı ve sanırım, bir 16 yıl daha aynı kalacak. 
Dediler ki "Gelin sahile gidelim, içecek bir şeyler alıp." Gece olmuş artık, hava karanlık. Sahil dediğim de, hani dalga kıranlar var ya. İnanılmaz güzel bir ortam, hepimiz kayalara oturduk, dalgalar çarpıyor, gıybet on numara. 
Bir anda ayaklanma oldu, "Ayyy ayağıma bişi değdi, yengeç mi oo, ayyyy deniz yılanı bence. Sen mi dokundu yaa, ohaaa sen dokunmadıysan kim dokunuyo ya kaçın!" diye bağırdı bir arkadaşım. Herkes ayaklandı, "Hadi dönelim boş verin." dediler, ben bir sinir oldum.
Bu arada, bir arkadaşımız da böyle nasıl desem, ayakta duramıyor. Kayalardan indirirken filan biz tutuyoruz, hem çok konuşuyor, hem ağzı yüzü kaymış hafiften. Sayıklıyor sürekli, saçma saçma espriler, ağlıyoruz hepimiz artık. 
Daracık bir yol var, iki araba yan yana gidemez bile, yan tarafı ormanlık, oradan yürüyoruz sekiz kişi. İkişerli dört grup olmuşuz, en önde ben ve bir arkadaşım varız. Bir anda üzerimize kocaman bir araba geldi, bizi görmedi bildiğin. Arkadaşımın kolundan tuttuğum gibi bizi ormana attım, bildiğin ölüyorduk, ezilecektik. 
Sonra ben sessizce "Oha ya, lan ölüyorduk ha." derken, araba durdu. (gerilim müziği) Beni duymadıklarına eminim, burası Karataş oğlum, Adana'nın ilçesi yani. Adamlar ruh hastası, ilçe kendilerinin zannediyorlar. Hafif conolar, yolda yürüyüşleri, duruşlarını filan görsen... O yüzden, ben herkes susmuştur sanıyordum, hani araba bulaşmadan bize, geçip gitsin diye. 
Meğer sarhoş arkadaşımız "Sakin ol yaa..." demiş. Duymuşlar, durdular hemen. Aramızda sarhoş olan tek arkadaşımız, bütün ayıklar orada olmasına rağmen kaçmaya başladı! Lan hani sarhoştun sen? Bu nasıl bir kafa, ben altıma sıçıyorum adamlar bizi öldürecekler sopayla diye. 
Neyse, haberiniz olsun. Adana'da "kardeş" kelimesi her şeyi çözüyor... Gittik adamların yanına, "Pardon kardeş ya, size demedi." filan dedik. 4 erkek, 4 kız var, pardon biri kaçtı 3 erkek 4 kız... Hani adamlar nasıl duruyor biliyor musun, arabadan çıkıp ıslık çalsalar en az 46 kişi olurlar gibi. Adamlar da "Tamam" gibisinden bir şeyler mırıldanıp, sinsi sinsi gülerek gittiler. 
Daracık yolda yürümeye devam ediyoruz, bu arada hepimiz bağırıyoruz çocuğa. Aslında verdiği tepki haklı bir tepki ama bir anlasa, burası elit bir yer değil, insana saygı diye bir şey yok ki. 
Neyse, bu çocuk gitti sevgilisini aradı kafası güzelken. Yine ikişerli yürüyoruz, bu sefer yanımızdan motorlular geçiyor. Sığmışız harika bir şekilde, sorunsuz devam edeceğiz zannederken bu sefer de motorlular durdu. Yine aynı salak arkadaşımız telefonu kapatırken sevgilisine "iyi geceler avrat" demiş. Adamlar da durup "Bize mi diyor o lan?!" diye sordular. Yine aynı "kardeş" kelimesi, yine "yok kardeşim benim, sevgilisiyle konuşuyor." cümlesini söylerken ki ses titremesi, yine "valla bu sefer öldük." hissi... Adamlar da "ha tamam o zaman." diyip gittiler ama ben terledim yine.
Böyle bir yer işte Türkiye. Aynı şehrin bir ilçesi inanılmaz gelişmişken diğer ilçe çağ atlayamamış gibi. İnsanları yobaz, hepsi bir garip... üzüldüm ha aslında. 
Sonunda siteye vardık, dediler ki "çiğ köfte yiyelim." Bu arada, gece yenen yemeklerin tadına ayrı bir bayılıyorum... Hepsi kıçıma gidiyor ama olsun. Aradılar, "al sen konuş." dediler. Telefonu elime alıp "Merhabalar, çiğ köfteyle mi görüşüyorum acaba?" dememle, telefondaki adamın püskürerek gülmesi aynı anda oldu. Hayır yani, adam "evet" dese, konuşan çiğ köfte var bildiğin dünyada. Adam yarım saat güldü resmen, o güldükçe ben de güldüm. 
Yalnız var ya, ulan harbiden dayak yiyordum haaa...