29 Kasım 2017

'Aile Arasında'nın Galasında Neler Yaşandı?

İnanılmaz stresli geçen bir hafta ve korkunç bir pazar gününden sonra, İstanbul'un yine adını bilmediğim bir semtinden eve doğru otobüsle giderken içime içime ağlıyordum. Uykusuzdum, yorgundum, o havalı havalı söylediğim "Ben iki üniversite okuyorum canım.", bir anda "Acaba hangi içkiyi içmiştim de böyle bir şey yaptım?"a dönüşmüştü.
Ne zaman bu hale gelsem, dibi gördüğümü hissetsem, "Şöyle bi uyusam, dört gün sonra uyanırım sanırım." desem, hayat işte, bir anda her şey değişiyor. Gerçekten, bunu çok iyi öğrendim. Feci kötü inişlerin çok mutlu eden çıkışları oluyor. Birazcık da olsa hayal kuran ve kurduğu hayalleri gerçekleştirmek için çabalayan bir insansan, bir şekilde o çukurdan kurtuluyorsun. 20 yılda tam olarak bunu öğrendim işte. Ev ararken mesela. Okula 4 gün kala, bu evin bana ben "Ne yapacağım abi, ben bittim, sokakta mı yatacam lan ben, bankta mı uyusam?" diye ağlarken gelmesi gibi. Ya da ne bileyim, evin kirasını nasıl ödeyeceğimi düşünürken, eski ev arkadaşlarımın uğursuzluklarından asla kurtulamayacağımı hissederken, dünyanın en tatlı ve sakin insanının yanıma yerleşmek istemesi gibi. "Senaryo kursu bulamayacağım ben, sanırım öyle heves olarak kalacak." derken, Bennu Yıldırımlar'ın benim için efsane bir senaryo öğretmeni ayarlaması gibi.
Aylardır beklediğim, her gönderisini takip etmeye çalıştığım ve fragmanını en az yirmi kez seyredip her seferinde gözlerimin içinin parladığı 'Aile Arasında', 1 Aralık'ta vizyona girecekti. Bu filmi benim için bu kadar önemli hâle getiren şey, senaristinin Gülse Birsel olmasıydı. Ben onun yazılarını okuyarak mizaha yönelmiş, onun dizilerini seyrederek komedi türünde senaryolar yazmak istediğime karar vermiştim. Nasıl desem yahu, bir nevi ilham kaynağım işte. Röportajlarını okuyordum, çıkarıyordum, her "Yapamıyorum." dediğimde söyleşilerini izleyip motivasyonumu artırıyordum.
28 Kasım'daki gala için, BKM bir yarışma yapmıştı. Aile arasındaki en komik sohbetin ekran görüntüsünü yolluyorsun, eğer kazanırsan çift kişilik gala davetiyesi kazanıyorsun. Annemin hayattaki eğlence kaynaklarından birisi de Whatsapp'ta benimle uğraşmak olduğu için, açıkçası sohbetler arasında seçim yapmakta zorlandığımı bile söyleyebilirim.
Arkadaşımın yanında, sabundan diş yapmak için sahile inerken kazandığımı görünce elim ayağım titredi. Gözlerim doldu, mutluluk sarhoşu oldum, "Hadi canım!" oldum hatta. Ben, Gülse Birsel'in de geleceği, ve filmin normalden birkaç gün önce gösterileceği galaya mı gidecektim! Lan ben ne giyecektim!
Önce, "Acaba gidip damatlık mı alsam ya? Çok mu Asiye'nin kınasına gidiyor gibi olurum acaba?" diye düşündüm. Sonra "Kot pantolonla da gidilmez sanki." dedim. "Kazak gömlek yapsam... Okula her gün öyle gidiyorum ama, ne fark etti?" derken; boğazlı kazağım, gözlüğüm, ceketim ve yarısı rugan Ebru Gündeş'in sahne ayakkabılarından hallice ayakkabımla, saat sekizdeki gala için 3'te hazırdım!
Evet, yukarıdaki cümleyi doğru okudun. Okuluna hayatında bir kere bile erken gidememiş, önemli yerlere hep geç kalmış, herkesi bekletip sinir krizlerine sokmuş, kurallara uymamış da kuralları kendine uydurmuş olan ben, bir yer için 5 saat önce hazırdım.
Bu arada, kazandığım andan beri, gideceğim arkadaşımla olan sohbetlerimizi yazmam gerekiyor. Ancak bu kadar efsane bir ikili o galaya gidebilirdi çünkü.
"Ayyy, uzun zamandır galaya gitmiyorduk, iyi oldu di mi?"
"Kesinlikle yaaa, yüzümüz eskiyor sonra kameralar karşısında, ben sevmiyorum öyle, hahahayt!"
"Evet, galaya bir metrobüs, iki metro ve bir otobüsle gidiyor olabiliriz ama bu tamamen halkın arasına karışmak için. Bizler öyle davetlileriz çünkü. Halktanız."
"Fındıklı'ya çağıracaktım da benim şoförü, kaybolur, yokuşları çıkmakta zorlanır filan, en iyisi toplu taşıma dedim vallahi."
"Ben de benim helikopteri isteyecektim de, pist yoktur diye düşündüm. Yoksa biliyosun yani..."
Uzuuun bir yolculuktan sonra Kanyon'a vardık. Galaya daha üç saat var. Bu arada cebimizde beş kuruş para yok neredeyse, kocaman alışveriş merkezinde Burger King arıyoruz ucuza yiyip doyabilmek için. Bu arada dönüş yolunu düşündükçe afakanlar basıyor bizi, "Ya gece 12'den sonra biterse, laaaan son metroyu kaçırırsak eve öpücükle mi dönüyoruz, nasıl yapıcaz yav?" diyip duruyoruz. Son ihtimalimiz korsan taksi. Şimdilik dönüş stresini rafa kaldırıyoruz, galanın yapılacağı yeri gezmeye gidiyoruz.
Biz girdiğimizde içeride kokteyl masaları kurulmaya başlamıştı. Şöyle anlatayım, o gün gala olduğu için iki katlı sinema kapalıydı ve iki katında da masalar vardı. Hemen gidip büfedeki çocukla samimiyet kurdum, her şeyi anlattırdım vallahi. Çocuğa söyledim direkt, "Bak," dedim, "Biz ilk kez galaya geliyoruz, sen bize prosedürü anlat bakayım!" Her şeyİ söyledi. Yemek şirketi ayarlanmış, içkiler dağıtılıyormuş, onlarca garson ve koruma çalışıyor bu arada. Her salonun kapısında bir koruma var. Neyi kimden koruyorlar, kendileri bile bilmiyor muhtemelen. Öyle seçmişler ki adamları, yolda görsem "Bu adam yolu mu koruyor ne yapıyor?" derim, izbandot gibi heriflerdi hepsi. Bir bakışları var etrafa, sanki oraya "Böbreklerinizi bana vermek istemez misiniz?" demek için gelmişim gibi hissettiriyorlardı. Neyse, saat sekizle dokuz arası kokteyl oluyormuş, oyuncular herkesten sonra geliyormuş, kırmızı halıda röportaj verdikleri için. Sonra üst kata çıkıyorlarmış ve bilmem kaçıncı salona filmi izlemek için giriyorlarmış. Davetliler de boş buldukları salona girip oturuyorlarmış.
Benim aklımda tek bir şey var. Gülse Birsel'le tanışmak! Ona altı yıldır kendisinden ilham aldığımı, kendisiyle motive olduğumu söylemek. Onun ilham kaynağı nasıl ki Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü, Tarık Akan'sa, benimkinin de o olduğunu belirtmek. Onun sayesinde senaryo dersi almaya başladığımdan ve en büyük hayalimin kendi yazdığım filmde oynamak olduğundan bahsetmek. İkinci üniversitemi seçme nedenim olduğunu anlatmak.
Bize prosedürü anlatan çocuğa söyledim bunu, "Nasıl görebilirim?" dedim. "Çok çok zor, asistanları, korumaları var hep oyuncuların. Belki çıkışta yakalarsın ama hiç sanmıyorum." dedi. Dünyam başıma yıkıldı yemin ederim.
Galaya biraz daha var, biz içeride üst kattaki koltukta oturuyoruz. Bak bak bak, bizdeki uyanıklığa bak. Onlar üst kata çıkacaklar ya, biz de üst katta saatler öncesinden oturuyoruz ki geldiklerini kaçırmayalım. Bu arada da, yürüyen merdivenden sürekli birileri geliyor. Hani yaz dizilerinde ya da kışın başlayıp birkaç bölümde biten dizilerde, arkada bir yerde gördüğümüz, "Bak o da oynuyormuş." dediğimiz ama isimlerini bilmediğimiz, hep bir göz aşinalığımız olan ama bir yerden de çıkaramadığımız, sorsan oynadığı diziyi kendisinin bile bilmediği yarı, hatta çeyrek ünlüler var ya, hah, onlar işte. Genelde birbirlerini tanıyor hepsi, garip bir samimiyet var aralarında. Geldiler, sırayla afişle fotoğraf çekildiler, sonra arka tarafa geçip sohbet etmeye daldılar. Bu arada biz de Betül'le aramızda insanları mahvediyoruz yemin ederim:
"Ayy, şu kadını hatırlayacağım bir yerden ama yok, tanıyorum ama tanımıyorum."
"Ya acaba şey mi, Kayıp Şehir'de böyle arada arkada bir yerde çıkardı, o kız mı o ya?"
"Yav sanki Kiraz Kokusu mu, Çilek Mevsimi mi, onda mı acaba arkadan geçip duruyordu? Aaaa, Yalan Dünya'da barda dans edenlerden olabilirler mi?"
"Saçmalama, o kızlar tanrı gibiydi, bu güzel değil ki o kadar."
Bir anda anons yapıldı, saat sekize doğru içeriye alımların başlanacağı söylendi, bizi dışarı çıkardılar.
Heyecandan ikimizin de tuvaleti gelip duruyor, bir de incecik giyinmişim, her dışarı çıkışımızda çok affedersin kıçım donuyor. O tuvalete çişimi yapmak için Betül'ü yalnız bırakıp koşuşum muhtemelen 'Kanyon efsaneleri' adı altında tarihe geçmiştir. Neyse, biraz dolandıktan sonra alımların başladığını gördük, sıraya girdik hemen.
Hah, aynı insanlardan yine ve yine var! Allahım, herkesi tanıyorum ama bir yerden çıkaramıyorum, olmuyor! Muhtemelen, onlar da bize bakıp aynı şeyi söylüyorlar ama bilmiyorlar ki biz teee ebesinin nikahı Fındıklı'dan, gala daveti kazanıp dört saat önce gelen Adanalılarız. İnanılmaz parfüm kokuları var bu arada, herkesin parası var sanırım. Parfüm kokusundan insanın şeklini çıkarabilirsin, o dereceydi. İsmini söylüyorsun, bilgisayardan bakıyorlar, davetli listesinde adın varsa içeriye alıyorlar. Girdik.
O kırmızı halının önü kamera dolmuş, arkasında bir sürü ışık. "Halıdan mı yürüsek ya, sanki yürümesek daha iyi. Biz yürürken adamların 'Bunlar kim lan?' diyip kamerayı kapatması biraz rezilce olur sanki." diyip halının arkasından geçtik. Önce, halının kenarında bekledik biraz, kimler gelecek diye bakmak için. Sonra, üst kata çıkıp beklemenin daha mantıklı olacağını düşündüm. Oyuncular gelince izdiham yaşanırsa belki bizi yukarı almazlar diye.
Her yürüyen merdivende bir kameraman var, hepsinden çıkarken kameraya gülümseyerek çıktım. Adamlar kayıtlara bakarken "Bu kim lan?" diyecekler ama olsun.
Üst kat baya kalabalıktı. Yani bu kadar erken gelmemize rağmen üst kata çıkmak için yine geç kalmışız! Masaların hepsi dolu. Garsonlar ellerinde şaraplarla, kanepelerle dolanıyor, her masada krakerler, soslar, peynirler var. Hah, bu noktada bir şey söylemek istiyorum. Yani oraya gelip insanların bu kadar çok bir şeyler yemeye çalışması normal mi? Biz oraya neden geldik, filmi izleyelim, oyuncuları görelim diye. Ama o dediğim çeyrek ünlü tayfasının yarısından fazlası ve bazı davetliler, Allah Allaaaaahhh! Garsondan içecekleri alıp dikişleri, kanepelere kürdanları batırıp batırıp yiyişleri, hele o uzun krakerleri domatesli sosa banıp banıp ağzına tıkmaya çalışan teyze. Ne bileyim, gördükçe "Neden böyleler?" diyip durdum. Kimse afişle, gösterilen görüntülerle ya da gelen oyuncularla ilgilenmiyordu çünkü, paso yemek ve içki. Betül'le ben birer kadeh şarap aldık, onu da işsiz durmayalım diye aldık zaten. Elinde bardak olunca elini kolunu nereye koyacağını bilebiliyorsun, öbür türlü uzaktan "Bunlar da herhalde öylesine uğramışlar." gibi görünüyorduk.
Bir ayrıntı daha. Avrupa Yakası'ndaki Yaprak'ı, Hale Caneroğlu, görünce bardakları elimizden bırakalım da yanına gidip sohbet edelim dedik. Salon doldu bu arada, aklına gelebilecek herkes var neredeyse! Takip ettiğim insanlardan kimi görsem bayılacak gibi oluyorum, hemen "Betüüül, bak bak bak, sağına bak ama öyle çok direkt bakma, lan yiyecekmiş gibi bakmamamız lazım! Bu bizim her zamanki galalarımızdan birisi bebeğim." diyorum. Neyse, en yakınımızda duran masaya bırakmaya karar verdik bardakları. Evet, her adımımız için aramızda ikişer dakika toplantı yapıyorduk... Ne yapalım ha! Neyse, yine bir yerlerden tanıdığım ama adını bulamadığım bir adam ve kadının olduğu masaya doğru gittik. Öyle çaaat diye bırakmak olmaz, diyerek, izin istedik. Adama "Pipinizi kesmek istiyoruz." demişiz gibi, bize öyle bir baktılar ki... Hayatınızda hiç mi kibar insan görmediniz yahu? Muhtemelen onlar izin istemeyip masaya bırakacakları için, biz isteyince şaşırdılar biraz.
Hale Caneroğlu, o kadar tatlı bir kadındı ki. "Pardon, dünyadaki en tatlı oyunculardan biri olduğunuzu biliyor musunuz?" diye girdim, en son kadın bize galerisini açıp bebeğini gösteriyordu, "Bakın çok tatlı di mi?" diye.
Hah, ne olduysa o an oldu. Oyuncular geldi, pozlar verildi, Gülse Birsel tam dibimden geçti, Engin Günaydın hemen arkasından. Devrim Yakut, Fatih Artman, Erdal Özyağcılar... Hiçbir şey söyleyemedim, durduramadım bile. Arkalarında izbandot gibi bir koruma, her birinin asistanı arkalarından giriyor. Afişin hemen arkasını onlar için kulis yapmışlar, o aralıkta da yine bir güvenlik var. "Tamam," dedim. "Şu kadınla konuşamayacaksın, bugün değil. Filmi izle ve git."
Kulisin hemen önünde bekliyoruz. Bir kız gördüm, "Ya bu kime benziyor, Allah Allaaah o mu acaba, onun burnu böyle değildi sanki." derken, kızı Sihirli Annem Çilek sandım. Hemen Betül'le beraber google'a sorduk, gerçek adı Zeynep'miş, hoop gittim kızın yanına. İşte kendimce "Sen benim çocukluğumsun resmen ya, şaka gibi değil mi?" filan diyeceğim. Öksürdüm hafifçe, eğildim, "Pardon, sizin adınız Zeynep mi?" dedim. O da bana gayet emin bir şekilde "Hayır?" dedi.
Rezil oldum birazcık. Ama yok, ben bu kızı tanıyorum ya! Evet evet, ben bu kızı izlediğime eminim bir yerde. Yanına gittim tekrar, "Sihirli Annem'deki Çilek'e çok benzettim, o yüzden öyle şey ettiğim için şey oluverdi." gibi saçmalık bir cümle kurdum. "Ben Bez Bebek'te oynadım, oradan hatırlıyorsun muhtemelen." dedi. Aaaaa, ben şoka girdim tabi!
Sonrası güzellik. Allahım, biz bir samimi olduk, en son Instagram'dan takipleşmeye başladık zaten. Bütün gala onunlaydım. Biraz yancısı gibiydik ama olsun. Kızın yanına geliyorlar, "Ayyy, Nuri Bilge'yle filmine bayıldık." diyorlar, bir de bana bakıyorlar tabi. Şey bakışı işte, "Sen kimsin, oyuncu musun, nerede oynadın?" der gibi. Sürekli olarak "Abla biz de iki üniversite okuyoruz yaaani, ne bakıyorsun ki öyle?" diyesim geliyor ama tutuyorum.
Kızı da kulise almıyorlar bu arada. O da Engin Günaydın için girmek istiyor. "Tolga be, baksana, oyuncu kız bile alınmıyor, sen bu sevdadan vazgeç..." diyorum sürekli.
Annesi Ayta Sözeri'yi tanıyormuş, kadını arıyor, o da açmıyor telefonunu. Açsa, Asena bana da söz verdi çünkü, o girerken ben de gireceğim. Haa, bu arada, güvenliklere ağlıyorum: "Noooluuur beni alın, lütfen, ben bu ânı altı yıldır bekliyorum. Ya şu çocuğa bir mutluluk vermek istemez misiniz? Hiç unutmam sizi, rica ediyorum alın." Bir ara sanırım "Alırsanız dişlerinizi bile yaparım, ben diş hekimliği okuyorum haaa!" bile dedim...
Bir tane kadın çıktı içeriden, ona da bir parti ağladım. "Canım benim, imkansız, lütfen bunu benden isteme. İçerideki herkesi çıkardık, kesinlikle alamıyoruz kimseyi bu saatten sonra." dedi. Asena'yla karşılıklı ağlıyoruz, "Girmek zorundayız yaaa, nasıl olur yaaa, ben bu an için geldim yaaa." diye. Kulis kapısında sadece benim ve onun sesi var bu arada.
Bir anda biri bana bir şey söyledi. Hani annenle misafirliğe gitmişsindir, yanlış bir hareketin olmuştur, annen herkesin içinde belli etmemek için seni çimdiklerken tam karşısına bakar, sana doğru dönmez, ağzının içinden konuşur ya, hah! Aynen o şekilde bir görevli benimle konuşmaya başladı. Sinir krizini işte bu noktada geçirdim, etraftaki insanlardan da "Sen ne bomba çocuksun." şeklinde geri dönüşler aldım. Yakasında mikrofon olan bu salon görevlisi bey bana bakmadan başladı o anne gibi konuşmaya:
"Aklında olsun, biriyle konuşmak için kimseyi altı yıl bekleme. Berbat bir şey."
"Sen ne karışıyorsun pardon? Hayırdır, o kadın benim için çok önemli, beklerim."
"Altı yıl ne demek ya?"
"Ya seni ne kadar ilgilendiriyor, karışma."
"İçeriye girince harika bir muamele mi göreceğini düşünüyorsun sen? Takmayacaklar bile seni. O dünya öyle değil."
"Sen çok girdin herhalde içeri, oradan mı biliyorsun? Güzel şeyler söyleyeceğim, neden takmasın ki? Ya da neden kötü davransın, ne alaka yani? Girecem lan içeri, sen görürsün, beni dellendirmeyin, bak elim ayağım titriyor ha."
"Deli misin nesin be." dedi, bir baktım gitti koca adam.
O anda içeriden bi adam çıktı, Asena'nın yanına geldi. Annesi hemen "Ben Ayta'nın arkadaşıyım, lütfen kızımı içeri alın da görsün Engin Bey'i." dedi. Arkadan bir geldim zürafa gibi boyumla, eğildim, "Abi, beni de alır mısınız, hayatınızın iyiliğini yapmış olacaksınız, lütfen." dedim.
Kapıya geldik, asistan kapıdaki güvenliği ikna etmeye çalışıyor. Bir yandan da ben ve Asena çöküyoruz adamın üstüne. En son adam bıktı sanırım, "Yeter lan!" dedi içinden, "Önce kız girsin sonra şu çocuk, sadece bir dakika." dedi. Asena girdi...
O bir dakika, sanki bir gün gibiydi. Arkamdan "Ay nasıl heyecanlı nasıl mutlu." diyenleri duyuyorum, Betül benden daha heyecanlı, kolumdan tutuyor. Birisi "Bayılmazsın di mi?" diye soruyor.
Şuna da açıklık getireyim. Ben "Castiiiinnn bana bir hayy bile demediii!" şeklindeki hayranlardan değilim. Ben yazı yazmak konusunda idol aldığım kişiyi görmek için, yıllardır çırpınan birisiyim. Başka bir derdim yok.
Asena çıktı, ben girdim. İçeride bir dünya kişi vardı ama herkes karardı, sanki ışıklar sadece Gülse Birsel üzerindeydi o an. Yanına gittim.
"Buraya bin bir tane saçmalıkla girdim ama size söyleyeceklerimi söylemezsem çok üzüleceğim..." diye başladım. En tepede yazdığım gibi devam ettim. Bir sürü kere teşekkür etti, heyecanlanıyorum diye elimi tuttu, senaryo öğretmenimin kim olduğunu sordu, "Twitter'daki de sendin o zamaaan." dedi. Ben çıkarken de arkadan birkaç kere bağırdı: "Yazmayı sakın bırakma, hep pratik yap, her gün yaz, her gün kesinlikle yaz." dedi.
Kalitesi korkunç da olsa bir fotoğraf çekildik, o kadar gülümsemişim ki fotoğrafta. Bir de çekerken sanırım ellerim titremiş ama olsun.
Hayat işte. Onlarca şeyle aynı anda boğuşmaya çalışırken, kendimi berbat hissederken, bir anda kendimi, fotoğrafımızı açıp yazacağım senaryoya hikaye eklerken buldum! Hem de yüzümde kocamaaaan bir gülümsemeyle!
O fotoğrafı atar atmaz, onlarca cevap... Hepinize çok teşekkür ederim! O kadar çok kişi bana "Ben gitsem bu kadar sevinmezdim, ben fotoğraf çekilsem bu kadar mutlu olmazdım." yazmış ki... "Sen gerçekten bunu da yaptın ya, helal olsun." diyenler, "Sonuna kadar hak ettin." diye yazanlar... Çok ama çok teşekkür ederim, tekrar tekrar!
Fotoğrafa bakarken filmin başlayacağını belirttiler. Herkes boş bulduğu salona koşuyordu. Koşarken Betül'le birbirimize "Heheheyttt, abiii, biz metrobüsten tecrübeliyiz, hemen geçeriz bir yere." diyorduk ama ona da geç kaldık maalesef. Herkes filmi koltukta izledi, biz Sıtkı Kulak Ortaokulu konferans salonundaki 6/C'nin haylaz öğrencileri gibi merdivende oturup seyrettik...
Film, tam anlamıyla muhteşemdi! Gülse Birsel mizahını, Engin Günaydın'ı çok özlemişim. Ben sinema ve diziye gülme konusunda biraz müşkülpesent biriyim. Normalde arkadaşlarıma ve günlük durumlara çok gülüyorum ama dizi ve film izlerken hep bir kalite arıyorum. Özgünlük, iyi mizah, zekice yapılmış ve doğru zamanlamayla söylenmiş şakalar, absürt olmayan karakterle iyi bir komedi, az küfür, az el şakası, gerçek durum komedisi. Aradıklarım hep bunlar ve Aile Arasında tam olarak böyleydi. Film hakkında daha sonra uzun uzun yazacağım zaten.
Bir gala da böylece bitmiş oldu. Hepinize çok teşekkür ederim, etrafımdaki insanları doğru seçmiş olduğumu hissettim. Ve Gülse Birsel'e yeniden, kocaman teşekkürler.
Darısı, bir sonraki galaya. Ya da şöyle diyelim, daha büyük olsun, darısı belki de bir gün benim yazdığım bir filmin galasına ve gala yazısına.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder